İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının statüsü tarihsel süreç içinde üç unsur tarafından belirlenmiştir. Birincisi uluslararası hukukun denizlerin serbestliği ilkesi, ikincisi Osmanlı Rus Savaşlarının sonuçları, üçüncüsü uluslararası alanda cari olan güçler dengesidir. Denizlerin serbestliği ilkesi uluslararası ticaretin engellenmemesi adına 1600’lü yıllardan itibaren konuşulan ve 1648 Westfalya Anlaşması, 1715 Ultrecht Anlaşması, 1815 Viyana Kongresi, 1856 Paris Kongresi, 1919 Lozan Konferansı gibi uluslararası alanı biçimlendiren tüm anlaşmalarda prensip olarak benimsenen bir ilkedir. Uluslararası hukuka göre iki tarafı aynı devletin ülkesi ile çevrili olmakla birlikte iç sular niteliğinde olmayan denizlere açılan tüm alanlar uluslararası boğaz kabul edilmektedir.
İstanbul ve Çanakkale Boğazları ise Osmanlıyı çökme konumuna getiren Mısır Valisi Kavalalı M.Ali Paşa isyanına karşı Avrupalı devletlerin hanedanlığın yardımına koşarak Osmanlıyı kurtarmasının ardından verilmek zorunda kalınan bir tavizle ilk kez 1841 yılında uluslararası boğaz statüsüne bürünmüştür. Aslına bakarsanız Osmanlı, boğazlar konusundaki mutlak hâkimiyetini bundan da önce, yani 1774 yılında Ruslara mağlup olduğu savaşın sonunda yapılan Küçük Kaynarca Anlaşması ile kaybetmiştir.
Ruslarla yaptığımız savaşların ekserinde Boğazlar anlaşmanın bir parçası olma özelliğini korumakla birlikte, barış zamanı özellikle ticaret gemilerine serbest geçiş hakkı hep yerinde kalmıştır. Bunu Hünkâr İskelesi, Kale-i Sultani anlaşması, Kırım Savaşı ardından Paris Barış Konferansı gibi anlaşmaların tamamında görebiliriz. Osmanlının kaybettiği her savaşta Rusya Boğazlar üzerinde hâkimiyet tesis etmek istemişse de buna her defasında Avrupalı Büyük güçler mani olmuşlardır. Nitekim Rusların bu konudaki ısrarı en son 1945 tarihinde bile tekrar etmiştir. Her defasında Rusların boğazlar konusundaki ısrarı, buna karşın Batılı devletlerin ise buna mani olmaları Güç Dengesi Prensibi gereğincedir. Çünkü Rusya dünyanın en büyük topraklarına sahip olmakla birlikte Türk Boğazları ve Baltık’daki Kattegat nedeniyle sıcak denizlere açılamamakta ve bu nedenle bir kara devleti olmaktan kurtulamamaktadır.
Türk Boğazları üzerindeki hâkimiyetimiz Birinci Dünya Savaşı ile sona ermişken 1934 Montrö Anlaşması ile bu yeniden sağlanmış fakat Boğazların uluslararası statüsü korunmuştur. Montrö ile Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarımız ise 1774’den günümüze kadar sahip olduğumuz en avantajlı pozisyon kabul edilebilir. Çünkü Bu boğazların Karadeniz ve Akdenize çıkış vermesi nedeniyle uluslararası boğaz olma statüsünün değişmesi imkân ve ihtimal dâhilinde değildir. Ayrıca denizlerin serbestliği ve uluslararası boğazlar statüsü sadece İstanbul ve Çanakkale için değil, suni olarak açılmış kanallar hariç Cebel-i Tarık, Bering, Macellan, Hürmüz, Messina, Malaka, Bab-el Mendeb gibi on civarı boğaz için de geçerlidir ve bu ilkeden Türk ticaret gemilerinin de faydalandığını unutmayalım.
Kanal İstanbul gibi bir proje, üzerinde mutlak hâkim olacağımız bir kanalı bize kazandırır fakat İstanbul ve Çanakkale Boğazları var olduğu sürece Kanal İstanbul bu boğazları ikame edemez. Montrö Anlaşması bir savaş durumunda, sadece boğazlar üzerindeki hâkimiyetimizi tam olarak kullanma hakkını bize vermekle kalmaz aynı zamanda bu hakların korunması konusunda uluslararası toplumu da yükümlü kılar. Bu nedenle dünyada hiçbir boğazda yer almayan bir teminatın İstanbul ve Çanakkale Boğazları için var olduğunu söyleyebiliriz. Bunun nedeni elbette bizim karakaşımız, kara gözümüz değil. Montrö Anlaşması büyük güçleri (günümüzde ABD) Karadeniz’in dışında tutarken Rusya’yı da Karadeniz’e hapsederek uluslararası alanda güçler dengesine hizmet etmektedir. Bu açıdan Montrö anlaşması sadece Türkiye’nin egemenlik hakları açısından değil uluslararası barış açısından da önemli bir anlaşmadır desek abartmış olmayız.
Fikret Birdişli