KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Ermenistan
  4. »
  5. Ermenistan- Türkiye: Uzlaşma seviyesi ve ilişkilerin normalleşmesi konularını birbirinden ayırma gerekliliği

Ermenistan- Türkiye: Uzlaşma seviyesi ve ilişkilerin normalleşmesi konularını birbirinden ayırma gerekliliği

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 20 dk okuma süresi
344 0

Sayın Shugaryan, bugünlerde Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nde tezinizi savunmak üzere Ermenistan’dasınız. Tezinizin başlığı ise ‘Ermeni-Türk ilişkilerinde uluslararası arabuluculuğun modern tarihi ve metodolojisi’… Bu konuya yönelmenizin sebebi neydi?

Türkiye-Ermenistan arasındaki normalleşme sürecinde ve Karabağ sorununun çözümü konusunda aktif olarak diplomasinin içinde olduğum dönemlerden ve ayrıca akademik çalışmalarımı yürüttüğüm, özellikle Tufts Üniversitesi Fletcher Hukuk ve Diplomasi Okulunda dersler verdiğim dönemden beri uzun yıllar bu konu hakkında düşünegeldim.

Bu mesele son dönemlerin en acil konularından biri… Diğer çalışmalarında farkındayım ama belki de, sadece tarih alanında değil aynı zamanda son 25 yılda uluslararası arabulucuların kullandığı metodolojinin analizi konusunda da sistematik bir çalışma bulunmuyor. Benim amacım da bu alandaki boşluğu doldurarak gelecek için bir ‘yol haritası’ önermek.

Akademik camiada söylendiği şekliyle, bu çalışmada ileri sürdüğünüz yeni düşünceler nelerdir?

Yeni düşüncelerden bahsedeceksek, uzlaşma seviyesi ve ilişkilerin normalleşmesi konularını birbirinden ayırmamız gerektiğini düşünüyorum. Çalışmamın başlığı üzerine kafa yorarken, ‘Ermenistan-Türkiye ilişkileri’ veya ‘Ermeni-Türk ilişkileri’ başlıkları arasında tereddüt yaşadım ve nihayetinde, şayet Ermenistan-Türkiye ilişkilerinden bahsediyorsak eninde sonunda uzlaşmadan ve normalleşmeden – belki ikinci maddeye biraz daha ağırlık vererek – bahsetmemiz gerekeceği kanaatine vardım. Bu format yalnızca sınırların açılmasını ve diplomatik ilişkilerin tesis edilmesini öngörüyor. İki ülke hükümetleri böyle bir sürecin doğal katılımcıları olacaklar. Diğer yandan, ‘uzlaşma’ çok daha uzun, hassas ve karmaşık bir süreci anlatıyor. Burada resmi otoritelerin yanı sıra, iki ülkenin sivil toplumları katılım göstermeli, keza Ermenistan özelinde diaspora bu işin parçası olmalı ki onların düşünceleri böyle bir süreçte karar verici olabilir. Benim görüşüme göre, bu iki farklı sürecin iç içe sokulması bugüne değin yapılan en büyük hata oldu. Çünkü bu hem bir yandan adaletsiz bir durumken diğer yandan içinde pek çok risk barındırıyor, özellikle de diasporaya yönelen eleştiriler konusunda.

Yine de belirtmeliyiz ki süreç her ne kadar başarısız olsa da katılım gösteren bütün taraflar bir ölçüde kazanım elde edebildi.

Türkiye dış dünyaya bir tür ‘yapıcı’ karakter göstermeyi başardı, özellikle de soykırımın yüzüncü yılına gidilirken dünyaya bu konuda bir ön yargısının olmadığını ve bir tarihçilerden oluşacak alt komisyon aracılığıyla kendi geçmişine kolayca bakabileceğini göstermiş oldu.

Ermenistan içinse uluslararası siyasete geri dönmek ve uluslararası haritada işaret edilir olmak bir gereklilikti. Ve bunu yaptık, Zürih’te imza seremonisini hatırlayın… Bütün bunlar Ermenistan için gerekliydi.

Bir önceki on yılda yürütülen ‘tamamlayıcı’ politikalar büyük sarsıntılardan kaçınmada yardımcı oldu, ama bu politikalar yüzünden tempomuzu, etkimizi ve belki de uluslararası siyasetteki önemimizi kaybettik. Her hangi bir ülke dış politikasını tek bir kelimeyle tarif etmeye başlarsa, bu tam tersi bir duruma işaret eder. Mesela Türkiye’nin ‘komşularla sıfır sorun’ politikası Ankara’nın bütün komşularıyla problemleri olduğunu gösteriyor. Eğer ‘öncü’ dış politikadan bahsedecek olursak, bu ‘tamamlayıcılık’ politikasının pek öncü olmadığı anlamına gelir.

Futbol diplomasisiyle uluslararası siyaset arenasına geri dönme ihtiyacını gidermiş olduk ve aynı zamanda 2008 seçimlerinden sonra dış algıda oluşan meşruluk sorununu da çözmüş olduk. Kısa vadeli sonuçlar elde ettik.

Rusya da kendi sorunlarını halletti. Kremlin ilk defa Ermenilerle Türkler arasında oluşan gündeme karşı gelmemekle kalmadı bunu etkin bir şekilde destekledi. Çünkü 2008’deki Rus-Gürcü savaşından sonra Moskova’nın bir imaj problemi oldu. Diğer taraftan da savaş sebebiyle Rusya ve Türkiye, bölgede kendi konumlarının güçlenmesi ve üçüncü tarafların muhtemel etkisinin azalması gerektiği sonucuna vardılar. Bu bağlamda, Gürcistan’ın azalan etkisinin oluşturduğu arka planda, ABD’ye bir ‘ekleme’ olarak Ermenistan’a etkisini artırmak için bir imkân yarattılar.

Zürih sürecinden Avrupa Birliği de fayda sağladı, çünkü bu protokoller yürürlüğe girseydi Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği daha elle tutulur bir hale gelebilirdi. ‘İmzalandı ama yürürlüğe girmedi’ şeklindeki senaryo AB için en iyisiydi.

İran’la ilişkili olaraksa şunu söylemek zorundayım, Tahran’ın duruşunu gözlemleyerek bölgesel meselelerle ilgili yargılara varabilirsiniz. Mesela 2001’deki Key West görüşmelerinde İran’ın oldukça ketum bir tavrı vardı, çünkü orada elle tutulur herhangi bir sonuç elde edilmesi beklenmiyordu. Burada da aynı şey oldu, İran protokollerin imzalanıp uygulanmayacağına ikna olmuştu.

Gürcistan ortaya çıkabilecek bir çözüm ihtimali karşısında ilk etapta biraz endişelenmişti, bunun sonucu olarak Tiflis’in rolü ciddi şekilde azaltıldı.

ABD’nin bu konuda geçici bir çözüm bulması gerekiyordu, bu doğrultuda Ermeni-Türk ilişkileri yeni bir dönüm noktasına doğru ilerledi, bu sayede Beyaz Saray kendini ülkedeki Ermeni toplumu karşısında temize çıkarmak için her 24 Nisan’da soykırım kelimesini karşılayacak yeni bir ifade bulmak zorunda kalmayacaktı. Bush yönetiminin yaşadığı başarısızlıktan sonra Washington’un ikinci hedefiyse, olabilecek bütün siyasi elde etmekti. Başkan Barack Obama ile Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’un ilk ziyaretlerini Türkiye’ye yapması da tesadüf değildi çünkü tüm süreç orada başlatıldı.

Bu süreç neredeyse tüm ülkeler için iyi sonuçlar doğurdu. Ancak bu süreçte olumlu bir imaj elde etme kaygısı olmayan tek ülke Azerbaycan’dı, onların sahip olmak istediği imaj ‘güçlü ve etkili’ bir ülke imajıydı ki zaten Türkiye de Azerbaycan yüzünden bu süreçte daha ileri bir adım atamadı.

Ermeni-Türk ilişkilerinde Zürih sürecinden bahsedildiğinde uzmanlar genelde Bakü’nün pozisyonuna da atıfta bulunur. Bu atıf Azerbaycan’ın sürecin gidişatını belirleyecek ülke olan Türkiye üzerindeki büyük etkisiyle ilgili. Fakat Bakü’nün Türkiye üzerindeki etkisi bu kadar büyük mü? Bu vücudun kuyruk ve baş kısmını karıştırmak olmuyor mu?

Haklı olduğunuzu düşünüyorum. Bu bağlamda bir tür rol dağılımı bulunuyordu. Batı’daki ‘iyi polis – kötü polis’ kavramının Doğu’ya uyarlanmış hali. Fakat burada arabulucuların yaptığı metodolojik hataları anlamak daha önemli…

Ermeni-Türk ilişkilerinde normalleşme konusunda halk diplomasisinin devreye girebileceği fırsatları da çalıştınız mı?

Evet, resmi müzakerelerin dışında ‘ara platform’ ya da halk diplomasisi denilen alanda biriken tecrübeleri de değerlendirdim. Mesela, Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarını ve bu çalışmaların Zürih sürecine etkilerini inceledim. İsrail-Filistin arasındaki Oslo sürecinde de bulunuyordum, ayrıca 1993 Eylül’ünde Beyaz Saray’da ilgili belgeler imzalanırken Ermenistan’ın ABD Büyükelçisi olarak orada bulunuyordum. Bunlar dışında ilk defa tartışılmaya başlanan bazı tarihi gerçekler, tutarlı yapılar ve öneriler de vardı, örnek vermek gerekirse, Ermeni-Türk meselesinde çözüme dair Kanada ve İtalya’nın arabuluculuk önerileri.

Çalışmanızda, İsviçre’nin hangi sebeplerle arabuluculuk misyonunu üstlendiğini anlatıyorsunuz ve üç farklı Ermenistan devlet başkanının ilişkilerin önkoşulsuz başlaması için aynı yaklaşımlar içerisinde bulunduğunu gösteriyorsunuz. Bu hikâyeye Atlantik’in öte yakasından bakan biri olarak, bu görüşmelerin daha sonrasında keskin bir mücadelenin öznesi haline dönüşmesinin sebepleri neler olabilir?

Bana göre en önemli sebeplerden biri, her seferinde uzlaşma ve normalleşme süreçlerinin gerek Ermenistan gerekse arabulucular tarafından bir bütün olarak algılanmasıdır. Ermenistan tarafı, bu duruma karşı sonuna kadar mücadele etmiyor. Diaspora’nın rolünü anlamak için İsviçre’nin arabuluculuk rolünü düşündüğümüzde, Ermenistan Devlet Başkanı Serzh Sargsyan’ın Diaspora toplumlarına yaptığı ve hoş karşılanan gezilerini hatırlamamız gerekir. Fakat daha önce bahsettiğim gibi uzlaşma meselesini incelemek isteseydik, bu durumda Diaspora’nın sesi belirleyici olan olacaktı. Eğer normalleşme süreci hakkında konuşuyor olsaydık Diaspora’ya gitmemize ve muhtemel bir geri tepme ile karşılaşmamıza gerek olmazdı. Gelgelelim, dökümanlarda yer alan ve tarihçiler alt komisyonunu öngören hüküm sebebi ile devlet başkanı bir ziyaret gerçekleştirdi. Bir başka mesele ise sınırlar ile ilgili, fakat bu konuda daha uygun ve açıklayıcı bir çalışma için yeni bir yol bulmamız gerekiyor.

Normalleşme ve uzlaşma süreçlerini birbirine karıştırdığımızda yeni bir açmaz oluşuyor.

Karabağ meselesi ve Türkiye ile ilişkiler, ya da daha açık olmak gerekirse bunların eksikliği, bildiğimiz kadarıyla Ermenistan’ın en önemli iki dış politika konusu. Sizin fikrinize göre, gelecek yılda ve daha sonrasında istismara açık olabilecek Ermenistan dış politikasının olası gündem ve konuları nelerdir?

Ben Ermenistan dış politikasının bu iki meseleyle sınırlı olmadığına inanıyorum. Bu meselelerin birbirinden bağımsız şekilde de çözülmeyeceğini düşünüyorum.

Bağımsızlıktan sonra, başka meseleler ile bağımsız bir şekilde ilgilendiğimizi birçok kez ortaya koyduk. Bosna’ya, Irak’a ve Afganistan’a barış gücü birlikleri gönderdik. Gerçekte, Irak meselesi ile ilgili ciddi ilerlemeler var ve bunların yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor.

Barış gücü gönderme meselesini tartıştığımızda, İspanya gibi bazı ülkeler ABD koalisyonunu terk ediyordu. Bu süre zarfında, Diasporadan çok sayıda mektup Ermenistan’a geliyordu ve bu mektuplar barış gücü meselesinden kaçınmamız gerektiğini söylüyordu. Fakat Irak’ta koalisyonun bir ortağı olduk ve ABD ile ilişkilerde krediler kazandık. Bu konuda aldığımız adımlar, ‘devlet çıkarları’ ile belirlendi ve ABD ile ilişkilerin çeşitli noktalarda geliştirilmesini sağladı. Aynı zamanda ‘ulusal çıkarlarımız’ ise tam tersi adımlar gerektiriyordu.

Son yıllarda, dış politika meselelerinde ulusal çıkarların kamu çıkarlarına üstün geldiğini fark ettim, fakat ulusal çıkar konseptinde böyle bir ayrıma diğer Avrupa ülkelerinde rastlamıyoruz. Böyle bir ayrıma sahip ikinci bir ülke, belki İsrail olabilir.

Gelecek yılın planlarıyla ilgili, benim fikrim, Suriye ile ilgili konularda daha aktif olmamız gerektiği yönünde, daha görünür olmalıyız ve diplomatik inisiyatiflere dahil olmalıyız.

1990’lı yıllarda Ermenistan şu an kimsenin hatırlamadığı birkaç arabuluculuk misyonu yüklenmişti. Örneğin, birkaç kez Gürcistan’da ve 1991 yılında Litvanya’da.

Karabağ Cumhuriyeti’nin Nisan günleri ile ilgili diplomasisini nasıl tanımlıyorsunuz?

Karabağ Cumhuriyeti’nin diplomasisini şu an için olabildiği kadar uygun olarak tanımlıyorum. Artsakh sadece savaş alanında hayatta kalmaya çabalamıyor, aynı zamanda diplomasi sahnesinde de doğru taktikler belirliyor. Örneğin, Karabağ Dış İşleri Bakanı Karen Mirzoyan’ın Azerbeycan Dış İşleri Bakanı ile birlikte CNN’e verdiği röportaj, çatışmanın ana taraflarını göstermesi açısından bu hususta bahsedilebilir.

Benim açımdan Ermenistan’ın diplomasisini tanımlamak daha güç. Eğer Karabağ’ın daha aktif olmasını ve çatışmanın bir tarafı olduğunu gösterir şekilde davranmasını öngören bir yerel anlaşma var ise, Ermenistan’ın duruşu doğrudur. Fakat bana göre, her durumda Ermenistan diplomasisi hem daha aktif olmalı hem de yeni yollar, meseleler, fikirler ve sorular geliştirmeli.

Nisan Savaşı’ndan sonra sorulması gereken en önemli soru; ‘ne oldu’ değil ‘nasıl oldu’ olmalıdır.

Nisan 2016’ya kadar, Azerbaycan düşük yoğunlukla savaşı kızıştırıyordu. Yeni jeopolitik koşullar altında, Azerbaycan’ın savaş tutsaklarına ve sivillere karşı gerçekleştirdiği eylemler ve korkunç şiddet savaş suçu olarak tanımlanabilir. Bakü, Karabağ’a karşı hedeflerini ve askeri saldırganlığını gizlemeyi gerek bile görmüyor.

Ermenistan, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in her geçen gün sertleşen duruşunu anlamalı ve bunu dünyaya anlatmalı. Burada, sürekliliği göstermek adına üç kilometre taşının üzerinde durmam gerekiyor. İlk olarak, Aliyev 2011 yılında yenilenen havalimanı Stepanakert’a doğru uçan sivil uçakları vurma niyetini açığa çıkardı. Bu emsalsiz bir açıklamaydı. İkincil olarak, Safarov’un Macaristan ile yapılan görüşmeler sayesinde Bakü’ye dönüşü ve onun devlet üstün hizmet madalyası ile ödüllendirilmesi ve üçüncü olarak da Nisan Savaşı. Bu gelişmeler, ilk görüşte, birbirleriyle bağlantılı değiller ama bir pakete yerleştirilip içinde Avrupa kuruluşlarının ve sivil toplum kuruluşlarının da bulunduğu çeşitli kurumlara gönderilmeliler ki ‘zaruretten kaynaklanan ayrılma hakkı’ için Karabağ Cumhuriyeti başvuru yapabilsin. Bu model, Kosova için de uygulanmıştı.

Daha açıklayıcı olmak için söylemem gerekirse, Artsakh’ın güvenliğini sağlamak için Ermenistan’ın 1990’lı yıllarda verdiği destek ve askeri galibiyet, bizim Karabağ Cumhuriyeti’nin uluslararası tanınırlığını sağlamak karşısında ödediğimiz bir bedeldi. Artsakh’da yaşayan insanları soykırım tehdidinden korumak adına kendi başımıza süreci yönettik ve bu sebeple uluslararası toplumun herhangi bir müdahalede bulunmasına gerek olmadı. Fakat Artsakh’ın bağımsızlığı da kabul görmedi.

Ermenistan diplomasisi, Azerbaycan’ın Karabağ Cumhuriyeti hususunda ne tür bir devlet olduğunu hesaba katıyor mu? Yani, Ermenistan diplomasisi, Azerbaycan’ı çatışmaya gerçek bir çözüm arzulayan bir taraf olarak mı görüyor ya da çatışmayı politik yöneticilerin dokunulmazlığını garantiye alması amacıyla mı kullanıyor?

Benim fikrime göre; İlham Aliyev devlet düzeyinde düşünmeyen bir politik figür. Bu yüzden, sorun gerçekliğe oldukça yakın.

Geçenlerde çok ilginç ve provakatif bir başlığa sahip üçüncü kitabınız yayınlandı, “Does Armenia Need Foreign Policy”, Gomidas Institute, 2016. Kitap, birçok soruyu içinde barındırıyor ve genel olarak da Ermenistan dış politikasının yaşadığı meydan okumaları ve fırsatları Ermenistan-Türkiye’nin Zürih süreciyle aktarmayı amaçlıyor. Bu kitapta, Ermenistan’ın Rusya, ABD ile ilişkilerine, AB ile yaşanan başarısız ortaklık girişimine ve Ermenistan’ın Avrasya Ekonomik Birliği’ne üyeliğin nedenlerine değiniyorsun. Fakat sonunda, okuyucularını başlıkta bahsedilen soru ile baş başa bırakıyorsunuz. Size sormak isterim, Ermenistan ne tür bir dış politikaya ihtiyaç duyuyor?

Ermenistan, bağımsız bir dış politikaya ihtiyaç duyuyor. Bu politikanın bağımsız olabilmesi için, hem Karabağ meselesinin hem de Ermenistan ve Türkiye arasındaki normalleşme sürecinin çözülmesi gerekiyor, ya da bu iki mesele adına önemli ilerlemeler kaydedilmesi gerekiyor. Ancak bu sadece bir refleks barındıran bir gündeme sahip olmamız anlamına gelmiyor. İngilizcede, buna ‘dış politikada istek listesi’ diyorum, fakat bu ‘dış politika rüyaları’ demek de değil –daha ziyade romantik bir düşünmeden bahsediyorum, bunlar farklı şeyler.

Bu iki mesele çözülürse, dış politikamızın nasıl görüneceğine dair düşünmemiz gerekiyor.

Rusya ile ilişkilerde ki bizim için oldukça önemli bir ülke, gerçek bir stratejik ittifaka ulaşmamız gerekiyor. Eğer biz ‘küçük kardeş’ statüsünden gerçek bir stratejik ilişkiye dönüşebilirsek, bu ilişkiler her iki taraf için de yararlı ve etkili olabilir. Bu durumda, Rusya, Ermenistan’ın bağımsız bir dış politikası olması için ilgilenecektir.

Ruben Shugaryan

Tufts Üniversitesi Fletcher Hukuk ve Diplomasi Okulu öğretim üyesi

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir