KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Değişen Uluslararası Sistem ve Türkiye’nin Kendisini Yeniden Konumlandırması

Değişen Uluslararası Sistem ve Türkiye’nin Kendisini Yeniden Konumlandırması

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 7 dk okuma süresi
281 0
türkakım

Mevcut uluslararası politik sistem ve bu sistem içerisindeki güç dağılımı dikkate alındığında 21. yüzyılın küresel aktörlerinin (jeostratejik oyuncularının) ABD, AB, RF ve Çin olduğu görülmektedir. Hindistan, Brezilya, Türkiye, Endonezya, Güney Afrika vb. ülkeler ise bölgesel güç ve etki yaratabilecek imkân ve kabiliyetlere sahip aktörler olarak ön plana çıkmaktadır. ABD ile AB arasındaki ilişkinin biçimi ve RF ile Çin’in alacakları pozisyonlar 21. yüzyıl jeopolitiğinin nasıl şekilleneceğini belirleyecektir. Siyasi, askerî, ekonomik, sosyo-kültürel, bilimsel-teknolojik ve coğrafi güç parametreleri açısından ele alındığında uluslararası sistemin “çok kutuplu” ve “çok katmanlı” bir yapıya doğru evrildiğini görmekteyiz. Uluslararası sistemde başat aktör konumunda bulunan birinci derecede güçler ile birlikte bölgesel güç ve etki yaratabilme kabiliyetine sahip ikinci derecede güçler bulunmaktadır. Birinci ve ikinci derecede güç yaratma ve kullanma kapasitesine sahip olan bu aktörler (Avrupa Birliği, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Endonezya, Fransa, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada, Meksika, Rusya ve Suudi Arabistan) 1999 yılından buyana G-20 platformu altından biraraya gelmekte ve küresel sorunları ve çözümleri birlikte ele almaktadırlar.

Soğuk Savaşın ardından iki kutuplu sistemin sona ermesi ile uluslararası toplum büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalmıştır. Yeni bir sistem kurulup, güç dengeleri sağlanamamıştır. Yerel savaşlar, terör olayları, ekonomik krizler ve çözülemeyen çevresel ve sosyal problemler bu belirsiz ortamı yaratan faktörler olarak ön plana çıkmıştır. Bununla birlikte ABD’nin görece güç kaybına uğraması, AB’nin yapısal krizlerle yüzleşmesi, RF’nin kendini toparlaması ve Çin’in yeniden yükselişi bu dönemi etkileyen parametreler olarak ele alınabilir. Batı’nın (ABD+AB) görece güç kaybı “Amerika sonrası dünya” (post-American World) tartışmalarına yol açarken, yükselen yeni güçler BRICS, MERCOSUR, Şangay İşbirliği Örgütü, Avrasya Ekonomik Birliği gibi siyasi, askeri ve ekonomik içerikli örgütlemelere gitmişlerdir. Bu örgütlenmeler biryandan paydaşların birbirlerini kontrol etmelerini sağlarken, diğer yandan da Batı karşısında bir denge unsuru ve güç odağı olma gayesi ile kurulmuşlardır.

ABD, AB Başkanı Jean-Claude Juncker’in geçen hafta ABD’ye ziyareti sonrası AB ile olan ilişkilerini (özellikle ticaretle ilgili olanları) çözmek zorunda kalmıştır. Kısacası Batı’nın iki önemli aktörü ABD ve AB 2. Dünya Savaşı sonrası kurdukları zorunlu evliliklerini devam ettirme kararı almışlardır. Bu sisteme Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi önemli aktörler de dâhildir. ABD bir yandan Çin üzerinde ekonomik açıdan baskı oluştururken, diğer yandan da RF’yi hem ekonomik hem de askerî ve siyasi açıdan sıkıştırmaktadır. ABD, Çin ile rekabetini ekonomi üzerinden devam ettirirken, RF ile olan rekabetini İran ve Suriye üzerinden yürütmektedir. İran’ın RF ve Çin tarafında konumlanması ve rejimi savunma refleksleri ABD tarafından İran üzerinde giderek artan ve sıcak çatışmaya dönüşme potansiyeli olan baskılara neden olmaktadır.

Batı’nın sadık müttefiki Türkiye’nin kendine yeni bir konum belirleme çabaları ve bölgesel bir güç olarak ön plana çıkması ABD ve AB tarafında ciddi rahatsızlık yaratmaktadır. Özellikle Türkiye’nin 2011 yılı ve sonrası dönemde yaşadığı iç ve dış krizlerin ve sorunların sebebi işte bu kendini yeniden konumlama çabasının bir sonucudur. Dolayısıyla hem İran üzerinde baskının giderek artması hem de Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bilinen iç ve dış problemler/krizler küresel aktörlerin bu bölgesel iki aktörü kendi yanında görme isteğinden kaynaklanmaktadır. Hem Türkiye hem de İran’ın bulundukları pozisyonlara önemli değerler katacakları şüphesiz, bu iki bölgesel aktörün müttefikliği ve ortaklığı küresel aktörler için stratejik açıdan önemli görülmektedir.

Gelinen noktada İran pozisyonunu net bir şekilde ortaya koymuş durumda. Türkiye ise istemeyerek olsa da taraflar arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmaktadır. Türkiye’nin bir seçimle karşı karşıya kalması milli menfaatleri açısından uygun değerlendirilemez. Türkiye’nin milli menfaatlerini önceleyerek tüm aktörlerle siyasi, askerî ve ekonomik ilişkilerini geliştirmesi büyük önem taşımaktadır. Dün Dışişleri Bakanının AB hedefinin ülkenin stratejik hedefi olduğunu vurgulaması önemli bir söylemdir. Türkiye’nin NATO üyeliği değerlidir ve bu kazanımın hassasiyetle korunması da bir o kadar önemlidir. Türkiye’nin milli menfaatleri doğrultusunda Batı dışındaki aktörlerle de ilişkilerini geliştirmesi gayet tabidir. S-400 ve nükleer santral yapımı gibi Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin gerilmesine sebep olan konuların ise günlerce Türk basınında yer alması ve tartışılması konunun gereğinden fazla önemsenmesine yol açmaktadır. RF’den silah alan ilk NATO üyesi ülkenin Türkiye olduğu gibi son derece yanlış bir hava yaratılmaktadır. Bu tartışmalar, Türkiye’yi sanki Batı ile diğerleri arasında bir seçim yapmak zorundaymış gibi bırakmaktadır. Bu durumda Türkiye’nin milli menfaatleri doğrultusundaki politika ve stratejileri ise ikircikli bir tutum gibi algılanmaktadır. Uluslararası ilişkilerde “devletler arasındaki ilişkileri belirleyen esas ve birinci unsurun milli çıkar olduğu” prensibi hiçbir zaman unutulmamalıdır. Devletler arasında sürekli dostluklar ve sürekli düşmanlıklar yoktur. Devletler arasındaki ilişkileri belirleyen unsur milli çıkarlardır.

kafkassam

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir