Bir başarısızlık hikâyesi Ermenistan ile ilişkiler
Geçen haftalarda Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 8. Büyükelçiler Konferansı’nın ikinci ayağı Gaziantep’te, üniversite öğrencileriyle bir araya gelip, Gaziantep Üniversitesi yerleşkesinde “Kriz yönetimi ve insani çözümler” konulu konferansta konuşma yaptı.
Sorular kısmına gelindiğinde “Türkiye’nin komşuları ile ilişkilerinin kötü olmasının kaynağı” ile ilgili, ülkelerle tarihten kalma sorunların bulunduğunu ve Türkiye’nin yaklaşımlarını bu gibi sorunların belirlediğini söyledi. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin Karabağ problemi var olduğu sürece düzelmeyeceğini bildirdi.
Çavuşoğlu, Ermenistan ile ilişkilerin normalleşemediğini hatırlatarak, Azerbaycan meselesinin doğrudan Türkiye’nin meselesi olduğunu, Ermenistan’ın, bu topraklardan çıkmadıkça bu ilişkilerin düzelemeyeceğini belirtti. Öncelikle, Çavuşoğlu’nun 7 sınırı olan bir ülkenin komşuları ile kötü ilişkilerinin sebebini Ermenistan örneği ile açıklaması bildiğimiz “Soru zordu, ben bildiğimi anlattım” öğrenci kurnazlığı.
Bu çıkışlar, Çavuşoğlu’ndan beklenen, ilk günden beri tekrarladığı sözlerin devamı niteliğinde ama MINSK grubunda tarafsız ülke olan ve “İlişkilerin normalleşmesi” için Ermenistan ile 2 ayrı protokol imzalayan bir hükümetin temsilcisi en azından “Karabağ sorununun barışçıl şekilde çözümüne kadar…” kelimelerini kullanacak kadar diplomasiden uzak olamamalı. Karabağ çatışması, 1988 yılında baş gösterdiğinden beri Türkiye’nin tavrı zaten aşağı yukarı aynı olmuş, fakat 2007-2008 yılları arasında “Karabağ’ın dışarıda bırakılacağı bir çözümün” yakın olduğu sinyalleri bizzat Türkiye tarafından verilmişti.
Türkiye’nin değişen ermenistan siyaseti
Çavuşoğlu’nun bu sözlerini duyduğumda aklıma 2008 Kasım’ı geldi. 24 Kasım günü İstanbul’a gelen Ermenistan heyeti KEİ Sekretaryası’ndaki toplantıya katıldıktan sonra, dışişleri bakanları Nalbandyan ve Babacan’ın görüşecekleri ilan edilmişti. Türk diplomatlardan birine ikili görüşme talebinin hangi taraftan geldiğini sormuştum. Dışişleri Bakanlığı yetkilisinin “Ne fark eder ki, önemli olan şu anda beraber içeride konuşuyor olmaları” demesi, gece sonunda Babacan’ın “İki taraf da ilişkileri normalleştirmek için siyasi iradeye sahiptir” sözlerinin gündem oluşturmak maksadıyla değil Ermenistan ile ilişkileri normalleşme isteğinin özünde de kabul edildiğinin göstergesi olmuştu birçoğumuz için.
O dönem farklı bir dönemdi. Müsteşarlar eşliğinde yaklaşık 2,5 saat süren bahsettiğim görüşmenin ardından Nalbandyan, Babacan’a Civan Kasparyan’ın Türkiye’de verdiği konserleri sırasında Türkiye’ye sevdirdiği ve dostluğun sembolü olan özel ve değerli bir Ermeni düdüğü takdim etmişti.
Gül’ün özellikle 6 Eylül’deki Ermenistan ziyareti sırasında ve sonrasında Türk basını bu ilişkilere oldukça büyük önem ve yer verdiğini hatırlarsınız. Davutoğlu’nun Ermeni açılımını Karabağ’a endekslemesi ve protokolleri “dişe dokunur” bir gelişme olana kadar rafa kaldırması ile her şey darmaduman oldu. Büyük hevesle imzalanan protokoller “önkoşulsuzdu”.
Türk hükümeti bahaneler aramaya başladı, Türkiye’nin 1991 yılında Ermenistan’ın bağımsızlığını tanımasından önce, Türk basınının çok sevdiği ve “Türk dostu” olarak tanıdığı Levon Ter-Petrosyan tarafından imzalanan Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi mevzu bahis edildi. O bitti, “Soykırım iddialarından vazgeçsinler, Kars Antlaşması’nı tanıdığını dünyaya açıklasınlar” denildi. “Diasporanıza sahip çıkın, canımızı sıkmasınlar”a kadar dal budak sardı bahaneler. Oysa pazarlık imzadan önce yapılırdı, sanki birileri Türkleri “kandırıp” bu protokolleri imzalatmıştı.
Türkiye-Ermenistan ilişkileri en durağan dönemini yaşıyor
Süreç birçok açılımda olduğu gibi kötüledi, tarih kitaplarındaki Ermeniler hakkında yumuşamaya başlamış söylemler bile 2015 öncesinde yine sertleşti. Diğer taraftan dünyaya verilmesi gereken mesajlar vardı. 2014’te Erdoğan “Ermenilere Özür Mektubu” denilen fakat içerisinde herhangi bir özrün olmadığı I. Dünya Savaşı’nda şehit olanların ailelerine taziye sunduğu metni yayınlandı. Bu açıklama samimi ve devamı getirilebilir olsaydı kuşkusuz Cumhuriyet tarihi için bir ilk sayılabilirdi.
Bu tip zikzaklarla ilerleyen Ermenistan siyaseti son dönemde yerini mutlak bir ilişkisizliğe bıraktı. 25 yıllık süreçte farklı hükümetler görüşmelere devam etmişlerdi fakat durum hiç bu kadar keskin bir ilişkisizliğe ve durgunluğa dönüşmemişti. Türkiye’nin niyeti anlaşılmıştı, süreç ilişkileri başlatmak için değil, dışarıya “göz boyamak” için kullanılıyordu. Bu anlamsız dönem de yerini “Karabağ olmadan asla” etabına, yani “En iyi çözüm çözümsüzlüktür” eski anlayışına bıraktı.
“Abdullah Gül ile 12 Yıl” adlı kitabında, dikkatinizi çektiyse Türkiye ile Ermenistan arasındaki “futbol diplomasisi” sürecine ilişkin bir bölüme de yer verilmişti. Gül’ün 2008’de gerçekleştirdiği Erivan ziyaretinin perde arkasından bazı satırbaşlarının anlatıldığı bölüm, bugün Türkiye-Ermenistan ilişkilerine dair fikir edinmek isteyenler için zihin açıcı olabilir.
“Gül’ün 2008’de gerçekleştirdiği Erivan ziyaretiyle ilgili olarak “Bir resepsiyonda, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, Sayın Gül’ün başdanışmanlarından birine dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u işaret ederek ‘Ermenistan’a gitmesini o da istemiyor’ dedi. Ama o yalnız kalmasına rağmen gitti. Bu süreç protokollere giden yolu açtı.” diyen Sever, Gül tarafından atılan adımların hükümet ve vesayet tarafından ‘fazla’ hatta ‘yersiz’ görüldüğünü anlatmaya çalışmış. Bir anlamda da ilk defa ‘devletin’, hükümet ve askeri vesayetten daha cesur, sorun çözücü hatta dostça bir tavır sergileyebildiğinden dem vurmuş diyebiliriz.
“… Statükocu anlayışın galip gelmesi ile büyük bir fırsat göz göre göre kaçırıldı, bu sürecin sonunun getirilmemesi Gül’ün en fazla üzüntü duyduğu konulardan biri oldu” denilen kitapta sürecin ‘baltalanmasının’ altında yatan olası fikir ayrılıklarından ve ipin tam olarak nerede koptuğundan bahsetmiyor olsa da sürecin bizzat içinde bulunan bir Cumhurbaşkanı’nın tıkanıklığın nerden kaynaklandığını açıkça işaret etmesi ve süreç için çabalayanların bu başarısızlığı görmesi açısından önemli.
Alin Özinan/zaman