Beşir MUSTAFAYEV: OSMANLI VE SAFEVİ TÜRK DEVLETLERİNİN COĞRAFYASI VE TARİHİ ÜZERİNE ANALİZLER
Bilindiği üzere günümüzdeki Anadolu, Kafkas ve İran coğrafyası asırlar boyu doğu-batı ticaretinin en mühim güzergahlarından biri olmuştur. Gerek Hindistan ve Çin tarafından gelen gerekse bizzat kendi topraklarında ürettiği ticaret mallarını Asya’ya ve Avrupa’ya pazarlamış, bu yolla devletlerin kasasına çok büyük meblağlar girmiştir. Doğu-batı yönlü ticarette kuşkusuz Azerbaycan ve Anadolu coğrafyasının ayrı bir ehemmiyeti vardır.
Bugün üzerinde yaşadığımız coğrafyanın siyasi, etnik, ekonomik, sosyal, dinî ve kültürel kodları yüzyıllar boyunca sayısız halk, millet ve devlet eliyle meydana getirilmiştir. Geçmişini araştıran, sahip olduğu kimliği anlamaya çalışan ve geleceğini de mazinin birikimleri üzerine inşa etmeye çalışan her genç, tarihini okumaya ve araştırmaya özen göstermelidir. Türk tarihi hem geniş coğrafyalara hem de uzun yüzyıllara yayılarak araştırmacılarına uçsuz bucaksız bir umman hissi vermektedir. Osmanlı ve Safevî devletleri ise bu ummana dökülen deryalar misali karşımıza çıkmaktadır. Tarihimizin yapı taşlarından olan bu iki güç, hâkimiyet kurdukları coğrafyalarda hiç şüphesiz asrımızın en büyük mimarlarından olmuşlardır. Bugün sahip olduğumuz gerek maddi gerekse manevi her türlü miras, atalarımızın kimliğidir. Konuştuğumuz dilden icra ettiğimiz sanata, geleneklerimizden koruduğumuz değerlere kadar nice unsurun nesilden nesile aktarılarak XXI. yüzyılda milli karakterimizi meydana getirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün bu topraklarda yaşasın veya yaşamasın Türk Milletinin her genci ruhunda geçmişinin izini az veya çok taşımaktadır.
Osmanlı Devleti, üç kıtada egemenlik tesis etmiş ve altı asırdan fazla varlığını devam ettirmiş büyük bir devlettir. Avrupa, Asya ve Afrika’da geniş bölgelerde egemenlik kurmuş ve özellikle Batı Anadolu ile Balkan coğrafyalarında diğer bölgelere nazaran daha uzun süre hâkimiyet tesis etmiştir. Safevî Devleti ise İran ve Azerbaycan başta olmak üzere çok geniş topraklara iki buçuk asır kadar hükmedebilmiş büyük bir Türk devletidir. Bu iki devlet, birbirlerine komşu olmakla aynı topraklar üzerinde hâkimiyet tesis etmeye çalışmış ve yıllarca süren savaş ve iç çatışmalarda ele geçirilen bölgeler sürekli olarak el değiştirmiştir. Osmanlı Devleti’nin doğu sınırlarına bizim Safevî Devleti olarak adlandırdığımız Devlet-i Kızılbaşiyye hâkim olmuştur ki bu devleti meydana getiren en mühim unsur Anadolu’dan Azerbaycan’a giden Türklerdir.
Safevîler bugünkü İran, Azerbaycan, Irak ve diğer Kafkas bölgelerinde hâkimiyet kurarak Yavuz Sultan Selim’den sonra Osmanlılarla uzun yıllar mücadele etmiştir. Safevî Hanedanı’nın etrafına toplanan Türklerin Anadolu menşeli olması, Safevî Devleti kurulduktan sonra Türk devlet teşkilatı sisteminin bu siyasi teşekküle sindirilmesine çok büyük bir katkı sağlamıştır. Bu bakımdan Safevîleri Farsî veya başka bir devlet olarak değil, özbeöz bir Türk devleti kabul etmek yerinde olacaktır. Elbette her devlet hâkim olduğu coğrafyalarda yaşayan çeşitli halk ve milletlerden etkilenir; bu, her iki devlet için de geçerlidir. Fakat Safevîlerin tarihine baktığımızda askerî ve siyasi kadrolara hâkim olan yüksek dereceli kişilerin tamamının Türklerden oluştuğunu görmekteyiz. Safevî Hanedanı’nın soyunun nereden geldiği hakkında çeşitli araştırmalar ve bulgular olsa da mevcut kaynaklara bakarak devletin Türk bir kimliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Halkı Türklerden oluşan Tebriz şehrinde kurulan Safevî Devleti’nde Türkler, Azerbaycan Türkçesi konuşmakta idi. Farsçanın İran’daki Farslar arasında kadim şekilde varlığını devam ettirmesi ve zamanla İran coğrafyasına hâkim olan Türk devletleri arasında gözde bir hâl alması, bizleri yanıltmasın.
XVI. asrın başında Azerbaycan coğrafyasında kurulan Safevî Devleti, iki asır kadar önce kurulan Osmanlı Devleti ile siyasi, dinî, ekonomik olarak mücadele etmiştir. Bu mücadeleler sonucunda da yukarıda adı geçen devletlerin sınırlarında ve bünyelerinde büyük değişmeler yaşanmıştır. Kimi zaman barışın kimi zaman ise savaşın hâkim olduğu ikili ilişkilerde başlangıçta din-mezhep faktörü ön planda iken zamanla siyasi ve ekonomik kaygılar, mezhebî endişelerin önüne geçmiştir. Zira bir Türk ve İslam devleti olan Safevîlerin hükmettiği toprakların bir kısmında Osmanlılar kimi zaman hâkimiyet kurmuştur. Dahası Azerbaycan başta olmak üzere birçok şehirde Türkler çok büyük bir nüfus ve nüfuza sahip olmuşlardır. Bu bakımdan Türk dili ve kültürü Safevî ülkesinde her alanda kendini göstermiştir. Devleti kuran oymakların büyük çoğunluğunun Anadolu’dan gelmesi, orduda ve bürokraside Türkleri hâkim unsur konumuna taşımaya gerekçe olmuştur.
Şah İsmâil, arkasına aldığı Türklerle Tebriz’de kendini şah olarak ilan etmiş ve yaklaşık iki buçuk asır sürecek bir devletin temellerini atmıştır. Onun genç yaşına rağmen kazandığı bu başarısının arkasındaki en büyük sebep Safevîyye tarikatının şeyhliği sıfatıyla yürüttüğü dinî-mezhebî faaliyetleridir. Bir tarikatın ve yürüttüğü veya kullandığı mezhebi faaliyetler bir Türk devleti geleneğiyle bağdaşmayabilir veya yadırganabilir. Fakat bilinmelidir ki din veya mezhep faktörü sadece bazı Türk devletlerinde değil batıda bile tarih boyunca kullanılmış ve halen de tüm dünyada adeta bir alet olarak kullanılmaktadır.
O zamanlar Osmanlı Hanedanı ile yıldızı barışmayan Anadolu’daki bazı Türk oymaklar, Şah İsmâil’in Anadolu’daki propagandaları ile İran tarafına göçmüş, burada yeni kurulacak devletin yapı taşlarını oluşturmuştur. Şah İsmâil, Sünni inanıştan ayrılarak devletine has bir Alevi-Şii anlayışı resmî ideoloji olarak uygulamış; keskin ve özgün bir yol çizmiş, böylece de komşuları nezdinde sivrilmiştir. O zamanlar Safevî Devleti’nin bu tutumu, Osmanlı sarayında hiç de hoş karşılanmamıştır. Özellikle hiçbir Sünni kesimin kabul edemeyeceği seb (sövme) uygulamaları Osmanlı devlet adamlarını ve ulemasını ziyadesiyle rahatsız etmiş.
Safevîlerle yapılan her antlaşmada bu uygulamaların kaldırılmasına yönelik madde eklemeye özen gösterilmiştir. Osmanlı uleması, Kızılbaşları dinsiz ve sapmış olarak görmüş, kanlarının akıtılıp canlarının alınmasında herhangi bir beis görmemiştir. Tabii bugünkü anlayışla baktığımızda iki Müslüman Türk devletinin aralarında bu kadar savaş ve mücadele olmasına mana veremeyebiliriz. Fakat dönemin millî-siyasi oluşumlara henüz hazır olmaması, devlet yönetimlerinin laiklikten uzak olarak dinî-mezhebî esaslara dayanması, iki güç arası iletişimin tüccarlar ve devlet adamları ile sınırlı kalması halkın birbiriyle kaynaşıp barış içinde yaşamasına imkân vermeme de başlıca sebepler olmuştur. Fakat bu, dönemin şartlarına göre gayet normal olarak yorumlansa da acaba iki tarafın da aşırılıklardan kaçınması daha barışçı bir iletişim kurulmasında etkili olur muydu sorusunu akıllara getirmektedir.
İkisi de Türk devleti olmasına rağmen Safevîler ile Osmanlılar iki buçuk asırlık süre zarfında onlarca yıl birbirleriyle mücadele etmişlerdir. Bu mücadelelerde yüz binlerce Türk hayatını kaybetmiştir. Bugün bakıldığında Azerbaycanlı bir Türk ile (Timur örneğinden yola çıkarsak Özbekistanlı bir Türk ile..) Türkiye’deki bir Türk’ün birbirine düşmancasına davranmaları iki tarafın vicdanının da asla kabul etmeyeceği bir vaziyettir. Gerek devlet gerekse halk nezdinde “Bir millet, iki devlet!” anlayışı yerleşmiş, ilişkiler de kardeşlik zemini üzerine bina edilmiştir. Fakat o dönemki siyasi hâkimiyet endişesi, iki tarafı da karşılıklı olarak amansız bir mücadeleye sokmuştur. Osmanlılar, batıda Avrupalı devletlerle canla başla nasıl mücadele ettiyse Safevîlerle de öyle mücadele etmiştir. Bu savaşlarda kimi şehirler iki güç arasında defalarca el değiştirmiştir. Osmanlılar Safevî şehirlerini kolaylıkla ele geçirmiş, yağma faaliyetlerinde bulunmuştur. Fakat ordu buralardan ayrıldığı anda Şah, bölgeye tekrar hâkim olmuş, bununla da yetinmemiş Osmanlıların sınır kalelerine saldırarak tahribat yapmıştır. Karşılıklı olarak yapılan bu tahribat neticesinde şehirlerde mütemadiyen imar faaliyetleri devam etmiş, bilhassa sınır kapı ve kaleleri istikrarsız bir grafik çizmiştir.
İşte böyle yıllarca süren savaşlar sonucunda ne sınırlarda dişe dokunur bir değişiklik olmuş ne de Safevîler, mezheplerini tam manasıyla Osmanlılara kabul ettirebilmiştir. Kaldı ki XVI. yüzyılda ne dünyada ne de Türkler arasında milliyetçilik kavramı ve faaliyeti yoktu. Dolayısıyla herkes bulunduğu coğrafyaya hâkim olmaya çalışmıştır. İşte o dönemde tarih ve talih Osmanlıların yüzüne gülmüş ve Osmanlı hanedanlığı gücünü devam ettirmiştir. Netice itibariyle Şah İsmail de Yavuz Selim de hatta Timur (Temür) ve Yıldırım Bayezıd da bizim bir büyüğümüz ve Türk tarihinde sağlam ve parlak bir yerdedir.
Fransız İhtilali’nden, Rusların ve diğer devletlerin İran ve Azerbaycan topraklarındaki işgal faaliyetlerinden sonra Azerbaycan milli bir devlet olarak kurulmuş ve Güney Azerbaycan’ı saymazsak Farslardan hem maddi hem manevi olarak ayrılmışlardır. Azerbaycan ve Türkiye devletlerinin millîleşmesi birbirleriyle olan ilişlerini oldukça geliştirmelerine katkı sağlamıştır. Osmanlı-Safevîler arasındaki mevcut siyasi düşmanlığın ve geçmişin üzerine bir sünger çekilmiştir. Bugün Safevî Acemi’nden Azerbaycan Türklerine kalan en mühim miras mezhebî farklılık olsa da bu unsur, ilişkilerde eskisi gibi ön plana çıkmamaktadır ve çıkmaması gerekir.
Dünden bugüne tüm Türk İslam devletleri Yahudilere, Hıristiyanlara ve diğer din mensuplarına toplum içerisinde her türlü haklar tanıdıklarına, onlarla “iyilik ve adalet çerçevesinde” ilişkiler kurduklarına göre kendi milletinden olup zaman içinde sırf mezhep uğruna öz değerlerine, medeniyet ve kültürüne yabancılaşmış parçalarına bunu tanımayacaklar mıdır? Elbette tanıyacaklardır. Bilindiği üzere bir milletin var olabilmesi için bir bütünün parçaları olan dili, tarihi, kültür ve medeniyeti olması gerekir. Biz bu parçalar ile Türk-İslam âleminde yankı bulan “Dilde, fikirde, iş’te birlik!” şiarının temsilcisi İsmail Gaspıralı’nın söylediği gibi ortak değerlerimizi temel kılarak birlikte mücadele etmek durumundayız. Nitekim Müslümanları Türksüz, Türkü de İslamsız vb. inançsız (Müslüman olmayan Türkler de buna dahildir) tasavvur etmek mümkün değildir. Türk dünyasında tüm bunlar tek başına bir anlam ve amaç temin etmez. Ne Türk milletinin İslam’a ve diğer dinlere verdiği renk ne de İslam’ın Türk milletine verdiği ahenk unutulmamalıdır. Bilindiği üzere Avrupa halkları verdiği bunca mezhep savaşlarına rağmen ne Hristiyanlığını ne de milli değerlerini öteleyerek bugüne gelmiştir. Bunu özellikle ilim, teknoloji ve sanayideki gelişmişliği ile ortaya koymuştur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de ifade ettiği gibi, “Muasır medeniyetler seviyesine yükselmek” ancak bu yolla olabilir.
Kanımca tarih öğrenmenin amacı da geçmişte tekrar eden hatalara bugün düşmemektir. Hem şimdi hem geçmişte Türk dünyasının bir yapboz gibi parçalara ayrılması, yaşadığımız anlaşmazlıkları çözememekten ve birbirimiz yerine çareyi yabancı otoritelere güvenmekte aramamızdandır. Hâlbuki Türk dünyasını meşgul eden problemler yine kendi içimizde çözebileceğimiz bir yapıya sahiptir. Bu meseleleri uluslararası ortamlara taşımak, meselenin yılan hikâyesine dönmesine ve anlaşmazlıkların bile isteye büyütülmesine zemin hazırlamaktadır. Bundan dolayı ikili ilişkilerde siyasilerin, diplomatların, medyanın, din ve ilim adamlarının gayretli tutumu, barışın ve kardeşliğin hâkim olmasında son derece değerlidir.
Özetle geçmişte her ne kadar ötekileştirip birbirimize düşmanlık beslesek de bugün mazideki hatalarımızdan ders çıkarıp hem ulusal hem de uluslararası sahalarda birbirimize destek olmalı ve mezhepçilikten arınarak bizi biz yapan ortak soy, boy, dil, tarih, kültür, alfebe gibi milli ve manevi kardeşlik ilişkilerimizi güçlendirmeliyiz. Çünkü bilmeliyiz ki birlik ve beraberlik içerisinde yaşamayıp bölünen milletler, güçlü devletler ve içerideki vatan hainleri karşında yenilip yutulmaya mahkûmdurlar.
Doc. Dr. Beşir MUSTAFAYEV
Share this content:
Yorum gönder