KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Azeri Değilim: Neden Azerbaycan Türklerine “Azeri” Diye Hitap Ediyorlar?

Azeri Değilim: Neden Azerbaycan Türklerine “Azeri” Diye Hitap Ediyorlar?

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 81 dk okuma süresi
643 0

Elman Mustafa Cıvıroğlu

Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O´nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır. (er-Rum:22)
Ve bir birinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. (el-Hucurat: 13)
Kişi kavmini sevmekle kınanamaz. (Hadisi-Şerif)

Uyumluluk ve Etnik-Sosyal Oluşumlar
Bu dünya, bütün evren bir arada uyumlu birliktelik oluşturmaktadır. Bu düzenli birliktelikte her şeyin; bütünün ve parçanın kendi yeri, kendi dengesi vardır. Yaratılmış varlıkların en üstünü olan insan ile dünya; dünyanın sayısız varlıkları arasındaki ilişkiler genel uyumluluğun kopmaz, ayrılmaz bir parçası, bir bileşeni olarak akıp gitmektedir. Bu düzenli birlikte herhangi bir şeyin ne bir eksik ne de bir artık yanı vardır. Söz konusu düzenli kuruluşta birazcık değişiklik yapmaya kalkışıldığında, başka bir deyişle düzenli akımın işine el katıldığında, karşılığında hemen acılı karşılık verilir. İnsanoğlu yer yüzüne geldikten sonra bunun acısını az tatmamıştır.
Ayrıca, yaratılmış varlıkların kendi adı, anlamı ve içeriği var. Her bir varlığı; onun maddi ve manevi yanlarını bir ad ile, yani genel ve ortak bir ad ile belirtmek insana ihsan edilmiş doğuştan bir yetenektir. İnsana göre canlı ve cansız olan varlıkları belirten, ifade eden adların kendiliğinden yarandığını da öne sürenler vardır. Ama adların meydana gelmesinde başlıca rolu oynayan değişmez nedenin varlığı yadsınamaz. Bu yazı ise adların oluşma sürecini ve bu sürecteki kuralları incelemek, ele almak değil, bir ad yanlışlığından söz etmek amacını güdmektedir. Şöyle ki adlar da, içinde insanoğlunun bulunduğu bir uyumlu akımın bileşenleridir. Ad yanlışlığı da yaşam düzenine yersiz karışmak, uyumlu genel akımda uygunsuzluk oluşturmak; bu akımın doğal güzelliğine karşı çıkmak demektir.
İnsanlar tarihin eski devirlerinden itibaren biyoloji-manevi özelliklerine, coğrafyasal çevrelerine göre topluluklar halinde yaşamış ve tarihsel süreç içinde başlıca etnik-sosyal oluşumlar olan; kabile (boy), aşiret (oymak), kavim (budun), millet (ulus) meydana gelmiştir. XIX – XX. yüzyıllarda literatürde (bilim çevrelerinde) etnos kavramı sağlamca bir yer tuttu. Boy (kabile), kavim, ulus (millet) etnosun değişik tarihsel-evresel stadyal düzeyi ve özdeşi olarak benimsenildi. Burada dar imkanlı olmamızdan ve başka bir amaç güttüğümüzden dolayı etnos yapısından ve değişik etnik, etnografik gruplardan söz etmiyoruz.
Biyolojik-toplumsal ve coğrafyasal etkenlerin de kaynaşmasının, öncesiz ve sonsuz bir güç, kudret etkisinin bir sonucu olarak meydana çıkan etnosların yaşı çok eski zamanlardan başlar. Yukarıki ayeti-kerimeler (er-Rum: 22; el-Hucurat: 13) insan topluluklarının etnoslar; boylar, kavimler, oymaklar, milletler gibi meydana çıkmasını doğal ve gerçek olduğunu belirtmektedir. Başka bir deyişle, her bir etnos türü, sözü geçen etnos bölümlemesi gerçektir. Onların taşıdığı adların kendisi de gerçekliği yansıtmaktadır. Sömürgeci – küçümseyici adlandırmalar ise istisna oluşturmaktadır. Literatürde, bilim çevresinde etnosun genel adı bir terim olarak etnonim sözcüğüyle karşılanmaktadır. Buna “boyadı” veya “halkadı” da diyebiliriz.Etnoslar daha ziyade kendilerinin verdiği adla (endoetnonimle) bilinirler. Ama bir etnosa diğer etnoslar, komşular da ad vere bildiğinden (ekoetnonim) bazen bir etnosun – kavmin, milletin birden fazla ad taşıdığına tanık oluruz. Bu yazıda etnonim terimi altında yalnız etnosun kendisi verdiği adı göz önünde bulundururuz. Şunu da söylememiz gerekir ki, etnonimlerin, yani kavim, halk ve millet (ulus) adlarının oluşması üzerine birçok araştırmalar, incelemeler yapılarak kimi kuralauygunluklar açığa çıkarılsa da adların meydana gelme – oluşma mekanizmasına dair henüz son söz ortaya konulmamış.
Etnonim ile etnosun, yani insan topluluğunun adı ile topluluğun (etnik-sosyal oluşumun) gerçek varlığı arasında kopmaz ve sarsılmaz bağlılık var. Şöyle ki tüm boy, kavim ve milletin ortak adı etnik-sosyal oluşumu (boyları, kavim ve milleti) simgeler, onun maddi va manevi özelliklerini kendisinde yansıtır. Ortak ad içte etnos üyelerini kuvvetli bir birleştiricidir. Dışda ise diğer etnoslardan kendi etnosunu ayırır, onların arasında ayırım yapar. Bu farklılaştırma, ayırım yapma yine kendi etnosunun iç birliğine hizmet eder; birliği sağlar ve kuvvetlendirir. Halkın, milletin adı aynı zamanda ideolojik işlevi gerçekleştirir; etnos üyelerine (halka, millete) milli çıkarı sürekli olarak her şeyin üstünde tutmayı aşılar ve onları duygulandırır. Eğer milli kurtuluş, milli kalkınma harekatları tarihine şöylə bir göz atsak bile, bunun birçok örneklerini görürüz. Bir halkın, milletin kurtuluşu, özgürlüğü, bütün varlığı tehlikeye uğradığında onun ortak adı slogana dönüşerek milletin oğlunu kızını mücadeleye haykırmış. Ne var ki, şu haykırtı gereken bir koşula – etnonim (ortak ad) yalnız milletin kendisinin verdiği ad olsun koşuluna bağlıdır.
Cenge Doğru
1897 yılında dıştan ve içten kışkırtılan Yunanıstanın saldırgan davranışlarından dolayı Türkiye onunla savaşmak zorunda kaldı. Söz konusu savaşla ilgili Mehmet Emin Yurdakul, Ben bir Türküm dinim, cinsim uludur/ Sinem, özüm ateş ile doludur mısralarıyla başlayan ünlü Cenge Doğru şiirini yayımladı. O dönemde ve sonralar da Cenge Doğru “ulusal uyanış şarkısı” olarak dillere destan oldu. Türk askeri o misralar ezberinde savaşa girir, düşmanın üzerine atılırdı. Sonralar Mehmet Emin Yurdakul’a Milli şair ününü kazandıran da aslında o şiir idi. Yahut Ahmet Cevat’ın, Çırpınırdın Karadeniz şiirini burada hatırlıyabiliriz. Şiirin güzel bir bestesi de yapılmış. Nice yıllardır şiirin ateşli, yanık misraları vatanseverlik duygularıyla hangi Türkün içini dalgalandır mıyor?
Anlattığımız bu milli-manevi heyecan, coşkunluk Türk kelimesinden, Türk adından kaynaklanmaktaydı.
Kendini Bil ki Özgeyi de Bilesin
Her bir halk (millet) kendi adı altında çalışır, yaşar; halklar, milletler köken, ruhsal yapı, zihniyet, davranış stereotipleri, ulusal özyapı (karakter) ve dil yönlerine göre birbirinden tamamen, yahut belirli bir derecede farklılık gösterirler. Bütün bu belirti ve özellikler, nitelikler onların (halkın, milletin) ortak adlarında (etnonimlerde) bir sembol olarak ifadesini bulur. Tek bir ortak adın (etnonimin) varlığı şunu belirtir: Etnos üyeleri kendilerinin diğer etnoslardan farklı, ayrı bir insan topluluğu olduğunun bilincine varmışlar. Bu bilince varma ise literatürde etnik kendinibilme kavramı ile ifade edilmektedir. Bilindiği üzere, halkların (milletlerin) birbirini ayırt etmesinin başlıca psikolojik mekanizmasını Biz – Onlar (yahut Biz – Biz Olmayan) karşılaştırması, yani toplumsal – psikolijik ikilisi (karşıtlık) oluşturur. Biz – Onlar karşılaştırmasını ise bilincaltı karşılıklı duygusal tutum (ilişki) belirler. Burada duygusal ilişki ya takdiredici (olumlu), ya da tersine (olumsuz) olabilir.
Her bir milletin (etnosun) yaşamasının çok önemli bir koşulu olan etnik kendinibilmenin bileşenleri üzerine çeşitli türde birçok incelemeler, araştırmalar yapılmış. Daha çok savunucusu bulunan şu ortak bir sonuca varılmış: etnik – milli yönden mensup olmanın bilincine varma, bütün etnos üyelerinin (milletin, halkın bütün temsilcilerinin) özdeşliği, yani ulusal köken birliği üzerine tasavvur ve ulusal çıkarın bilincinde olma. Bütün bunlar birarada etnik kendinibilmenin bileşimidir. Başka bir deyişle, etnik kendinibilmenin içeriğini ilk önce kendi etnik grubunun (topluluğunun), sonra ise kısmen diğer etnik grubun (topluluğun) tipik özellikleri hakkında tasavvurlar oluşturur. Etnik kendinibilmenin en açık ifadesi ise milletce, halkca kendisine verilen addır (endoetnonimdir). Yani etnik – ulusal kendinibilme milletin, halkın taşıdığı adla kendini belli eder.
Dil Milletin Kendisidir
Bilindiği üzere herhangi bir milletten söz ederken ilk anda ve her şeyden önce onun dilini göz önüne getiririz. Bunu yadsımak sağduyunun ve sağlıklı bir amacın işi değil. Dil, etnik – ulusal bir belirtidir, simgedir. Uzmanların ezici çoğunluğu etnik – ulusal belirtiler dizisinde dile ilk yeri vermektedir. Şöyle ki dil en keskin ve sık etnik işlev taşıyıcısıdır. Bir milletin en uzak geçmişini bugüne ulaştıran, gelenek ve görenekleri, ulusal (milli) stereotipleri, mili kültürü kuşaktan kuşağa ileten dildir. Dil, ulusal karakteri (özyapıyı), ulusal ruhu, mensubu bulunduğu milletin toplumsal yapısını yansıtır. Kısacası, her bir etnik topluluğun; her bir milletin yaşamasında, varlığında belirleyici koşul, etken olan ve o milletin zaman bakımından istikrarını sürdüren kuşaklararası diyakron (dikey) ilişkide milli dilin yerini hiç bir şey tutamaz. Etnik topluluğun mekan bakımından istikrarını sağlayan etkenlerden biri olarak sinkron (yatay) bilgi bağıntısında da dilin rolü büyüktür. Çünkü dil başlıca iletişim aracıdır. Dil, herhangi bir milletin (etnik grubun) içinde birleştirici, dışda ise, yani başka milletlere (etnik gruba) karşı tutumda ayırtedici etnik görev taşır; her bir etnik topluluk üyelrinin milli yönden mensup olmasını belirten koşullu işarettir. Başka dili (yabancı dili) benimseyerek eski dili unutma gibi istisna yukarıda anlatılanları aslında çürütmez.
Üçgenli Dünya
Kısacası, etnonim (ortak ad), etnik kendinibilme ve dil üçgeni içindeki karşılıklı ilişki, görevsel bağlılık uyumlu bir ortam oluşturur ve söz konusu ortam milletin yaşamını, gelişmesini ve uzun ömrünü sağlar. Bu uyumlu ortama suni bir karışma, orada bir karışıklığa imkan verme ise milletin doğal ve ulusal yönlerden gelişmesine bir darbe indirmek demektir.
L.N.Gumilyov’un Yanlışlığı
Ülkemizde ünü yaygın olan Lev Nikolayeviç Gumilyov’u bu yazıda hatırlatmayıp geçmek istemiyorum. L.N.Gumilyov’un, Orta Asya halklarının, özellikle Türkler’in tarihi ve etnos kuramı üzerine yaptığı araştırmaları, öne sürdüğü anafikirleri şimdilik sayıp dökmeye bir gereksinim yok. Özellikle, eski Türkler’in tarihsel misyonuna ışık tutmada zahmetini, çabalarını yadsımak, görmemezlikten gelmek niyetinde de değilim. Ne var ki etnosun, etnik grupların gelişmesiyle ilgili etnonim ve dil sorunlarını anlatırken L.N.Gumilyov’un yanlış ve biryanlı değerlendirmeleri ağır basmıştır. Onun psikolojik-kişisel nitelikleri, dünyagörüşü, inancı ve sovyet egemen elitinin isteği bu değerlendirmelerin bir ölçütüydü.
L.N.Gumilyov, XX. yüzyıl Rus şiirinin klassiklerinden sayılan Nikola S.Gumilyov ve Anna Ahmatova’nın oğluydu. Onun damarlarında akan kan birkaç etnosun hatıralarını taşımaktaydı. Baba ve annesinin kökenine ayrı ayrı etnoslar (İslav ve İslav olmayan) katılmıştı. Sonuçta değişik kültürlerin kavşağında yaşaması L.N.Gumilyov’un psişik yapısı üzerinde doğal etkisini yaptı.
Babası, 1921 yılında karşıdevrimci isyana katılmadan dolayı suçlanarak kurşuna dizildikten sonra o, “halk düşmanı”nın oğlu sayıldı. Annesi Anna Ahmatova’nın inancı da sovyetler düzeninin resmi ideolojisini yanıtlamıyordu. L.N.Gumilyov uzun süre çeşitli baskı, takip ve hapis ortamında yaşayarak toplumun bir bakıma yabancı evladına dönüştü ve onun kişiliğinde bir “marjinal kişi” oluştu. O, yıllar yılı psikolojik gerilim içinde yaşadı.
L.N.Gumilyov’un kökeninde değişik etnosların genetik hatırası, babasının uzun süre halk düşmanı sayılması, annesinin eski sovyet egemen çevrelerinin gözünde güvenilir olmaması, nihayet, ömrünün birkaç yılını hapis ve toplama kampı ortamında geçirmesi onda olumsuz içerikli psikolojik kompleksin oluşmasına yol açtı. O bütün etnolojik ve felsefi genelleştirmelerini bu kompleks altında yapmış, anafikirlerini bu kompleksin ışığı altında ileri sürmüş. Psikolojik gerilimi, olumsuz içerikli psikolojik kompleksi ortadan kaldırmak gayreti onu coşkun bir bilimsel yaratıcılığa götürdü. L.N.Gumilyov içindeki gerilimi ve ona karşı beslenen güvensizliği ortadan kaldırmak, egemen elitin güvenini kazanmak istiyordu. Bu isteği karşılamak amacıyla yapıtlarında makaslamalar yapıyordu. Bütün bunlar hem de iç rahatını sağlama, başka bir deyişle, psikolojik özsavunma idi.
Belirli psikolojik kompleksle yazıp yaratan bu çalışkan bilgin eski Türkler’in bugünkü torunlarının etnik-milli adını komuflaj sayır, etnos ile etnonim, etnik kendinibilme ile etnonim arasındaki gerçek ilişkini açıklamada yanlışlık yapar, mozaikliği – karışıklığı etnosun (etnik topluluğun) bir özelliği olarak öne sürer, niteler ve dilin etnik görev taşıyıcısı olarak rolünü küçümserdi.
Moda Sevgisi
Biz, gerçeği hangi derecede yansıtmasını önemsemeyerek çeşitli sifatları, metaforaları, genelde göze biraz rengli görünen şeyleri gereğinden çok severiz. Bunları dilimizde sözlü ve yazılı olarak kullanmak için itişip kakışırız, gel de bak! Tabii, söz ve istenç özgürlüğüne sahibiz. Canımız istediği kelimeleri, sözcükleri, sözleri bol bol kullanabiliriz. Ama…
…Azer, Azeri, Azertürk, Türkazer, Azeri – Türk Kadınlar Birliği, Azeri zihniyeti…
Bugün gazete ve dergilerimiz bu kelimeler, terimler, sözler ile sayfalarını süslemektedirler. Azer, Azeri sözcükleri ayrı olarak ve değişik bileşimlerde son yıllarda basılan kitaplarımızın sayfalarında da kendine sıcak yer tutmaya başlamış; anlaşılan işler böyle yürürse, bu yürüyüş göze görünmeden hızlanacaktır.
Tabii, insanların her biri beğendiği epiteti (sıfatı) adının başına koymakta; bir sözü, kelimeyi kendisine lakap takmakta, takma ad olarak kullanmakta, kurduğu bir derneği, kurumu beğendiği kelimeyle, sözcük ve terimle adlandırmakta belirli bir etik çerçevede yetki sahibidir; hatta sırası geldiğinde etik çerçeveyi, etik bir kuralı da tanımayabilir. Kendi meselesidir. Ama halkın, milletin adı söz konusu olunca, mesele bambaşka bir anlam taşır, bambaşka bir boyut kazanır: Burada hiç bir yapmacık bir tutum, davranış, asılsız bir yaklaşım ve ayrı ayrı kişisel istek geçerli olamaz. Zira bu, yüzlerce, binlerce yılların uyumlu bir akımını bozmak, aksatmak demektir. Ülkemizin Türk nüfusuna Azeri adını, Azeri yaftasını yapıştırmak da böyle asılsız bir girişim ve istektir.
Azer
Azer sözcüğüne ve onun azıcık ses değişimi varyantına Kurani-Kerim’de ve diğer İslam kaynaklarında raslanmaktadır. Kurani-Kerim’in Enam suresinin 74. ayeti belirtiyor ki, Azer, Hazreti-İbrahim’in babasıdır (Tevrat’a göre Hazreti-İbrahim’in babasının adı: Terah, Taruh). Ama kimi İslam yazarları sözü geçen ayeti-kerimeyi yorumlayarak Azer’in, Hazreti-İbrahim’in amcası ve üvey babası olduğunu ileri sürerler. Azer’in, Hazreti-İbrahim’in babası veya amcası olduğu burada bizim için önemli değil. Şöyle ki bizi adın kendisi ilgilendirmektedir. Ortada böyle bir bilgi de var ki, Sami-Arap kökenli Nabatey (Nabati) boylarında (kabilelerinde) Azer, bir Tanrı’nın veya ünlü bir kişinin adı olmuştur. Bir ad olarak Azer sözcüğünün etimolojisi şimdiye kadar açıklığa kavuşturulmamıştır. Kimi yazarlar bu sözün Sami-Yahudi kökenli olduğunu belirtmektedirler.Genellikle Azer ile ilgili İslam kaynaklarına dayanan birtakım değişik yorumlar, açıklamalar ileri sürülmüştür (bk: 10,s.316-317).
Azer, değişik içerik ve anlam taşıyarak Yakın Doğunun kimi halklarının tarihinde görülmektedir. Ateşperestlik (mecusilik) dininde Güneşe (Ateşe) kulluk eden, hizmet gösteren meleğin adı da Azer’dir. Kimi Yakın Doğu halklarının uyguladığı Güneş yılı takviminde aylardan biri de böyle bir ad taşımaktadır. Pehlevice’de ve şimdiki Farsca’da Azer sözünün aynı zamanda “ateş” anlamını taşıdığı sözlüklerde geçmektedir. Edindiğimiz bilgiye göre Afrika’daki Niger – Senegal dillerinden birinin adına Azer denilmektedir ( BK:19).
Böylelikle, yukarıda anlatılan Azerler’den hiç biri Türklüğ’ün büyük bir bölümü için etnik-milli nitelikli ortak bir ada – tüm milletin adına dönüşemez; gerçek etkenler böyle bir oluşumun gerçekleşme olanaksızlığını belirtir. Bunun tersini söylemek ise su götürmez bir gülünclüktür.
Azeri ve Bir de Az – As
Tarih kitapları bize belirtiyor ki,milattan önce IV. yüzyılda Güney Azerbaycan’da kurulan Atropatena devleti milattan sonra III – VII. yüzyıllarda Sasaniler devletine bağlı bulunmuş ve bundan sonra Hilafete katılmıştır. Güney Azerbaycan nüfusunun dili üzerine bizi IX – XIII. yüzyılların Arap – İslam yazarları (Balazuri, Yakubi, Masudi, Mukaddasi, Yakut vb.) bilgilendirmektedir. Adı geçen Arap – İslam yazarların yapıtları bilindiği üzere, XIX – XX. yüzyıllarda bilim çevrelerince kapsamlı, ayrıntılı biçimde araştırılmış ve incelenmiştir. Söz konusu kaynaklarda Azeri Dili’nden bir yerli dil olarak söz edilmektedir. Çağdaş bilimsel literatürde Azeri Dili’nin İran dilleri grubunun içine girdiğine dair inandırıcı ve kesin bir fikir oluşmuştur.
Azeri Dili’ni ilk kez İranlı bilim adamı S.A.Kesrevi XX. yüzyılın 20’li yıllarının sonlarında yayınladığı (Tahran’da) “Azeri ya Zeban-e Bastan-e Azerbaygan” (“Azeri veya Azerbaycan’ın Eski Dili”) adlı kitabında ele almıştır. Bunun üzerine İranlı ve Avrupalı birkaç yazarlar söz konusu soruna değindiler. Ne var ki, İranlı bilim adamları söz konusu meseleye İran milliyetciliği açısından yaklaşarak Azeri Dili’ni Güney Azerbaycan nüfusunun erken ortaçağdakı ortak dili olarak ortaya koymaya çalışıyorlardı. Bu ise yanlış bir yaklaşım, gerçek üzerine yanlış bir tablo çizme demekti. Erken ortaçağda Güney Azerbaycan’da Türk Dili’nin yaygın varlığı epey zamandır çürütülemez bir biçimde kanıtlanmıştır.
Azeri, Azeri Dili (Azerice) ifadeleriyle ilgili bugünkü yanlışlığın tarihi ise XIX. yüzyıldan itibaren başlar. İran´ın ve Rusya da dahil, Avrupa’nın (Batı’nın) kimi araştırmacıları Azeri ve Azeri Dili (Azerice) ifadesini yazılarında yanlışlığa düşerek Eski Azerbaycan Türkçesi’nin anlamdaşı olarak kullandılar. Onlar sözün (ifadenin), eski anlamına beled değillerdi. Protestanlığı kabullenmiş olan Mirza Kazım Bey’in 1839 yılında (ikinci baskısı 1846’da) Kazan kendinde basılmış olan “Türk – Tatar Dilinin Grameri” (“Grammatika turetsko – tatarskogo yazıka”); ikinci baskı: “Türk – Tatar Dili’nin Genel Grameri” (“Obşçaya grammatika turetsko – tatarskogo yazıka”) adlı kitabında Azerbaycan Türkcesi, Kuzey Azeri ve Güney Azeri adlarıyla ikiye ayrıldı. Mirza Kazım Bey’i izleyerek Avrupa – Rusya yazarlarının birçoğu Azeri’yi (Azerice’yi) Türk Dili anlamında kullandılar. XX. yüzyılın ilk onlu yıllarından itibaren Azeri ve Azeri Dili ifadeleri gündeme getirildi; bu eğilim giderek hız kazandı. 1918-1920 yıllarında Güney Kafkasya’da Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin varlığı, Kuzey Azerbaycan’nın Sovyetler Birliği bileşiminde Azerbaycan SSR adını taşıması bu eğilimi büyük ölçüde etkiledi. Hatta 1928-1929 yıllarında ise İstanbul’da Mehmet Aran yönetiminde Azeri Türk adlı milliyetci yönümlü bir dergi çıkarıldı. Ayrıca, Azeri Türk Gençler Birliği de kurulmuştu. Dergini çıkartanlar, Birliği yönetenler Azeri’nin eski anlamı ile Türk’ün bağdaşamayacağının farkında değillerdi.
Elbette, meselenin böyle bir boyut kazanmasında sadedil düşünce ile birlikte kimi çevrelerin üstü kapalı, art niyetli amaçları da rol oynamaktaydı. Kuzey Azerbaycan’da Azeri’nin (Azerice’nin) gündemdeki etkinliği kimi zaman zayıflamasına karşın, o yaşamaktaydı.
XVI. yüzyılda yaşamış Ruhi Enarcani adlı bir yazar, Farsça´nın Azeri ağzına dair bir risale yazmıştır. Söz konusu risale 1939 yılında İranda yayımlandıktan sonra araştırmacıların dikkatini kendi üzerine çekti. Biz, Azeri Dili üzerine daha doğru tasavvur oluşturmak için Ruhi Enarcani Risalesinden Azerice’de birkaç örnek aktaralım:
1. Mezivam, meresam, memanam, ti canet ez ḫedrevam (Kurban olayım, yetişemeyim, kalamayım, senin canın için kendimden geçerim).
2. Gedavo bela taçinam, begerde urut gerdam, bi tu ğeş konam (Müsibetini, belanı alayım, senin yuvarlak yüzün çevresinde döneyim, sana bayılırım).
3. Ti kelle burse vereset miram, bibebeke çeşmet can deham (Kafan…. için ölürüm, senin göz bebeğin için can(ımı) veririm).
4. Bi pa vü parmet oftam, beraye her vende pat miram (Senin ayağına kapanırım, senin her ayak oynağın (bileğin) için öleyim).
5. Bi tereg terege kevşet mezivam, nezre bekisi ḫeş amedi, ḫeşet ba, nur averdi, nuret ba (Senin ayakkabıyın takırtısına kurban olayım, kimsezin umudu, hoş geldin, hoş görünesin, nur getirdin, nurlu olasın).
Yukarıda anlatılan Azerice örnekleri İran yazarı Muhammed Cevat Meşkur’un hicri şemsi 1349 (m.s. 1970) yılında Tahran’da basılmış Nezeri Be Tariḫe Azerbaycan ve Asare Bastani ve Cemiyetşenasiye An adlı kitabının 223. sayfasından aktarmışızdır; Şunu da kaydedelim ki, sözü edilen örneklerin okunuşu birtakım güçlükleri de beraberinde taşır. Kuzey Azerbaycan bilim çevresinde Azerice örnekler ile ilk kez tanınmış bilim adamı S.Onullahi ilgilenmiştir.
Aramalar ve araştırmalar sonucunda şunlar saptanmıştır: Güney Azerbaycan’a bağlı Gelinkaya, Heseno,Zunuz, Kori Pir İshak, Dize Kurban, Uryantepe, Karagöz, Babora, Herzend, Yeni Herzend köylerindeki nüfus tümüyle Azeri’ce konuşuyordu. Adları geçen köylerin birkaçında Azerice’nin şimdi de yaşadığı, kullanıldığı belirtilmektedir. Şahrutta, Merentte ve Halhalın Herzend bölgesinde kullanılan Farsca’nın yerli şivesini uzmanlar Azerice’nin kalıntısı sayarlar.
Peki, Arap – İslam yazarlar Azeri ifadesiyle yalnız herhangi bir dili mi kastediyorlardı? Belki de o devirlerde bu adı taşıyan bir kavım, bir halk da bulunmaktaydı? İlkin Arapca kaynakları inceleyen araştırmacılar söz konusu ifadenin kaynaklarda dil adı (lingvonim) olarak geçtiğini, ancak IX. yüzyılda yaşamış tarihci ve coğrafyacı El-Yakubi’nin Kitap El-Buldan (Ülkeler Hakkında Kitap) adlı yapıtında Azeri’nin kavim, halk adı, yani etnik grup adı olarak verildiğini belirtirler. Ünlü bilim adamı Mehmet Fuat Köprülü, El-Yakubi’nin verdiği bilgilere dayanarak Azeri’nin ilk önce etnonim (etnik grup adı) olduğunu, sonradan ise bir dil adı olarak ortaya çıktığını anlatmaktadır. Bu arada şunu da belirtelim ki, yakın geçmişte Azerbaycan’ın bilim adamlarından biri, El-Yakubi Azeriye adı altında bir tarikati kast ediyordu diye bir fikir ileri sürmüştü ki, bu fikir yüzdeyüz esassıztır.
Araplar İslam’ın erken yayılma devrinden, VII – VIII. yüzyıllarda Türkler ile karşılaşmış, giderek sıkı ilişkilerde bulunmuşlardı. Bu yüzden de onlar, dil ve etnik karakter, özyapı yönlerinden Türkler’i diğer dil ve kavimlerden, halklardan daha erken ayırabilmiş, farklandırmışlardı. Halife I. Muaviye (661-680) ile konuşmasında Arap komutan Azerbaycan’da Türkler’in eski zamanlardan beri yaşadığını, yani bölgenin bir Türk yurdu olduğunu anlatıyordu. IX. yüzyılın birinci yarısında yaşamış bir Arap yazarın bize ulaştırdığı söz konusu bilgiye literatürmüzde defalarca baş vurulmuş. Bilindiği üzere, İslam kaynaklarını inceleyip araştıran araştırmacılar kaynaklarda Türkler’den Etrak, Türk, Türkmen diye bahsedildiğini tespit etmişlerdir. Kısacası, Arap – İslam yazarları, İslam’ın ilk yayılma çağından Türkler’i yakından tanımış, onlara iyice beled olmuşlardı. Şu halde, Türk – Arap ilişkilerinin giderek yoğunlaştığı, sıklaştığı IX – XIII. yüzyıllardakı Arap yazarlar Güney Azerbaycan’ın bir yerli dilinden söz ederken Azeri, Azeriye ifadesiyle Türk dilini kastedebilirlerdi mi? Kesinlikle edemezlerdi.
İran dillerinden biri olan Azerice’de konuşanların Güney Azerbaycan nüfusu içinde sayıca azlığı oluşturdukları yüzdeyüz belli olduğundan burada ayrıntılara bir gereksinim yoktur.
Azer’in, Az/As ve Er sözcüklerinin birleşmesinden türediğine dair fikirle ilgili şunu belirtelim ki, Azlar’ın/Aslar’ın, İran – Hint kökenli olduğu ve milattan önce 2. binde Batı Türküstan’a göç ederek orada yerleştikleri kesinlikle bilinmektedir. Kaldı ki, İskandinavya mitolojisinde Azlar, Tanrı soyunun adıdır. Kimi literatürde Azlar’ın bir kısmının İskandinavya kuzeyinde yerleştiği ileri sürülmektedir.
Azlar artık Göktürk döneminde (VI – VIII. yy.) Türk ortamında yaşıyorlardı. Eski Türk yazıtlarındaki Az Budun, Az Eri ifadeleri Azlarla ilgilidir. Bilim çevrelerinde hatırı sayılır ünlü bilginlerce Azların köken ve Orta Asyadakı talihinin bilimsel ve nesnel görünümü olgu ve kanıtlarla çürütülemez biçimde ortaya konulmuştur. Sayıca az olan Azlar’ın /Aslar’ın, Türkün büyük bir bölümünün etnik-milli adı olarak sonralar belirmesi, meydana çıkması olanaksıztır. Burada şunu da ekliyebiliriz ki, Azer ve Azerbaycan üzerine mitolojik bağlamda etimolojik çözümleme yapma da inandırıcı bir sonuca vardıramaz.
Azeri’nin Azer sözcüğünden türediğini kabul edersek, o zaman ifadenin sonundaki “İ” ’nin Arap kökenli iyelik eki olduğunu da göz önüne alırız. Öyleyse, Azeri sözü “Azere özgü, mensup, Azere ait” gibi anlaşılmalıdır. Böyle görülüyor ki, Araplardan ek alıp ulusal kökenine iddialar olan bir sözcüğe eklemekle milletimize/halkımıza yeniden bir ad/isim kazandırmışızdır. Ama bir şey de var ki, Farsca’da Azeri sözcüğü “ateşe ait olan”, “ateşe tapan, ateşperest”, “Azer ayına ait olan” anlamlarına gelmektedir. Şimdise bundan şu sonuç çıkar: Azeri sözcüğünü ya biz Farslardan benimsemişız, ya da Farslar bizden almışlar. Eğer bizden almışlarsa, galiba biz bir zamanlar tepeden tırnağa kadar ateşperest olmuşuz… Yabancıdan geçen bir sözcüğün etnik-milli ada, tüm milletin adına dönüşmesi süreciyle kuvvetli ulusal maneviyat asla bağdaşamaz.
Azeri’nin “Azerbaycan’a özgü, ait, mensup” gibi bir anlam taşıdığı da ortaya konulmaktadır. Burada da ulusal maneviyatımıza aykırı olan, ters düşen, yani Türk varlığımızla çelişen bir özellik söz konusudur. Bizim için bu tür “özgü olma”, “mensup olma”, “aitlik” gerekmez.
Azeri Zihniyeti ve Türk Zihniyeti
Yüksek okul öğretim üyelerinden biri “Yeni Musavat” gazetesinin bu günlerdeki sayılarının birindeki demecinde şunu anlatıyordu: 1998 yılında korkak, “ilkel Azerbaycan zihniyeti zayıfladı. Yerini karmaşık dünyaya eşdeğer olan, açık olan Azeri zihniyyeti aldı”. Birkaç ay, birkaç yıl süre içinde etnik-ulusal zihniyet oluşumunun gerçekleşmesi, bu zihniyetin biçimlenmesi yüzdeyüz olanaksıztır, akıl almaz bir şeydir. Belirli değer değişimi, öğrenme olanaklıdır, ama bütün bir etnik-milli zihniyetin sözü bile edilemez. Bir de Azeri zihniyeti derken hangi etnik-milli zihniyet kastedilmektedir?! O “zayıflıyan” zihniyet bir yana mı çıkmış gitmiş ki, yerini yenisi, kuvvetli olan alır?
Ama Türk zihniyeti kendi yerini bulmalı, kendi yerini almalı. Türk zihniyeti Vatan kurmayı ve Vatan kurtarmayı bilir. Etnik-ulusal adımız Türk’tür. Dilimi’zin adı Türk’tür. Bunu yeniden kanıtlamaya bir gereksinim mi var? Türk’ün gerçek anlamdaşı Özgürlük, Sevgi ve Vatandır. Türk yalnız kendi adıyla güzeldir, kudretlidir.
Eğreti At
Bir milli deyimimizde anlatılıyor: “Eğreti ata binen tez iner”. Bu inişin ise değişik halleri vardır. Bir de baktın ki; inip öyle bayılıverirsin ki, gözlerini yeni halde açtığında kendini bir türlü tanıyamazsın ve artık sen “kendin” değilsin; özgesin, yabancısın. Sözümün şimdiki sonuna Ahmet Cevat’ın şu misralarını ekliyorum:
Gün batanda* sarı bulut sarısı
Söyler size düşmüş derdin yarısı
Ey elin hanımı, kızı, karısı
El açmış bacılar düşmana, yazık!
________________
*Güneş batınca

Yazının buraya kadar olan kısmı Adalet gazetesinin (Bakû) 24 ve 25 Şubat 1999 ve Ekspress gazetesinin (Bakû) 17 ve 18 Ağustos 1999 günlü sayılarında yayımlanmıştır.

1999 yılında Bakû’de Adalet (Edalet) ve Ekspress gazetelerince yayımlanmış olan yazıya şunları eklemeyi uygun buldum:
1. Bilindiği üzere VII. yüzyılın ilk yarısında Azak denizi – Aşağı İdil (Volga) bölgesinde, başında Kubrat Han’ın bulunduğu ve Türk boylar birliğinden oluşan bir devlet – Büyük Bulgar meydana geldi. Kubrat Han’ın 642’de ölümünden sonra, yüzyılın 3. çeyreğinde Bulgarlar’ın büyük bir kısmı Kama ırmağı ve Orta İdil (Volga) bölgesine hareket ederek burada XIII. yy’a kadar varlığını bağımsız olarak sürdürecek olan Bulgar Devleti’ni kurdu. Bulgarlar’ın diğer bir kısmı ise Kubrat Hanoğlu Asparuh Han başkanlığında Güney Besarabya’ya, sonra ise Tuna ırmağının sağ yanındaki, Bizans’a bağlı topraklara geçti. Bulgarlar kısa süre içinde bölgeye yayılarak Kuzey Bulgaristan’dakı (bugünkü) yerli İslav boylarını kendi egemenlikleri altına aldılar ve başkan Asparuh Han olmakla bir devlet kurdular. Böylelikle VII. yüzyılın sonlarında Balkanlarda Bulgar Devleti ortaya çıktı. Bulgarlar bu memlekette toplumun ve devletin egemen çevrelerini oluştururlardı. IX. yüzyılın ikinci yarısında Hıristiyanlık (Ortodoksluk) Bulgar Devleti’nin resmi diniydi. X. yüzyılda ise artık Bulgarlar yerli İslavca’yı benimseyerek Türk Bulgarcayı unutmuşlardı. Belirli bir zaman süresi içinde Bulgarlar’ın İslavca konuşan bir halk olmasında Hıristiyanlığın rolu etkili olmuştur. Buna karşın Bulgarlar kendilerinin kavim adını – Bulgar’ı yerli İslavlar’a ortak bir kavrim adı olarak benimsettiler. Yukarıda anlatıldığı üzere Bulgarlar’ın büyük kısmı, yani bugünkü Kazan’lı Tatarlar’ın, Başkurtlar’ın, Çuvaşlar’ın ataları Kama ve Orta Volga bölgesinde devlet kurmuşlardı. Böylelikle, Balkanlar’dakı Bulgarlar Volga – Kama havzasından Balkanlar’a kadar yayılmış kalabalık Türk kavminin bir kısmıydı ve günümüz Bulgaristan’ın oluşum ve gelişiminde bir kurucu olarak büyük bir katkıya, role sahiptirler. Kısacası Kazan Tatarlar’ı, Başkurtlar, Çuvaşlar göz önüne alındığında Türklüğ’ün bir parçası olarak Bulgarlar’ın bugünkü varlığı yadsınamaz. Ne var ki, Kafkasya’da, Azerbaycan ve İran’da egemen olmuş Türk Hanedanlarından herhangi birinin kökenine Azlar’ın/Aslar’ın da katıldığının sözü bile edilemez. Söz konusu Hanedanların çıktıkları Türk boylarının adları ve soyca katışıksızlığı besbellidir. Hal böyle iken bu Az ve Azeri ne diye patlak verecekmiş? Azlar/Aslar ve onların halefleri olan Alanlar (Kuzey Kafkasya’daki Ossetler bunlardır) İran kavimleridir. Bu konuda saygıdeğer bilgin Z.V.Togan, Ümumi Türk Tarihine Giriş’te ayrıntılı ve kesin bilgi vermektedir.
2. Moskova’daki Doğu Dilleri Lazarev Enstitüsünün Türk – Tatar Dili profesörü L.M.Lazarev 1866 yılında basılmış olan “Türkçe’nin Osmanlı ve Aderbican (Azerbaycan – E.C.) Lehçeleri Üzerine Karşılaştırmalı Seçmeler” adlı kitabının 11. sayfasında belirtiyordu: “Aderbican (Azerbaycan – E.C.) müslümanları kendilerini hiç de Tatar değil, Türk adlandırıyorlar”.
3. XIV. yy’ın Safevi tarihcisi Tevekkül ibn-Bezzaz Safvet üs-Sefa adlı risalesinde Azerice birkaç ornekler vermiştir. Tevekkül ibn-Bezzaz söz konusu örnekler esasında Azerice’nin Fars lehçelerinden biri olduğunu belirtirdi (Bk: Safvet üs-Sefa. Tebriz, h.ş. 1373, s. 1264-1269 vb.).
4. Birer milliyet ve dil adı olarak Azeri ve Azerice Kazak ve Kazakça, Özbek ve Özbekçe, Türkmen ve Türkmence v b. gibi kavramları çarlık düzeninin, imperyalizmin “böl ve yönet” politikasının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu uğurda Rus eğitimci ve misyoneri N.İ.İlminski (1822-1891)’nin uyguladığı ve çarlık yönetimince kayrılan öğretim ve eğitim sistemi Rus olmayan halkları (“inorodçeskiye”), özellikle Volga bölgesindeki Türk kavimleri Ruslaştırmak ve Hıristiyanlaştırmak amacını güderek sözü geçen halkların basit konuşma dillerinden yararlanmayı elverişli bulmuştu. Kısacası, İlminski Rus olmayan halklar için onların konuşulan canlı dillerini esas alan özel bir eğitim ve öğretim sistemi hazırlamıştı. İlminski sistemince Rus olmayan halkların ilk eğitimi onların konuşulan dillerinde yapılacak, sonrakı aşamalarda ise Rusca öğretim dili olacaktı.
Eğitim yoluyla inorodetsler’in (Çarlık düzeni devrinde, özellikle Rusya’nın doğu bölgelerinde oturan Rus olmayan halkların temsilcilerine resmi olarak “inorodets” denilirdi. İnoredets adı aşağılatıcı bir nitelik taşımaktaydı) Rus halkına sürekli yakınlaşmasını sağlamak İlminski’nin bütün çalışmalarının hedefini oluşturuyordu. Aslında bu hedef inorodetsleri özümleme ve eritme demekti. Bu arada “Eğitim” kavramı altında öncelikle Hıristiyan – Ortodoks düşünceler ve Rus kültür değerleri kastedilmekteydi. Rus kültür değerlerini inorodetslere aşılamak, benimsetmek İlminski’nin sarsılmaz amacıydı. Onun çabaları sonucunda Rus olmayanların konuşma dillerinde ortodoks konuları içeren ve sayıca az denilmeyecek kadar kitaplar da basıldı. Çarlık yönetiminin 1870 Tüzüğünce İlminski sistemi Volga bölgesi, Orta Asya ve Sibir bölgesi için onaylandı. Ayrıca N.İ.İlminski Rus alfabesini esas alarak, eskiden Arap alfabesini kullanmış olan halklar için, Türk lehçeleri için alfabe de hazırlayan ilk Rus misyoneridir. Bu alfabe (inorodetslerin Rus alfabesi) geniş ölçüde uygulanagelmiştir. Söz konusu girişimler ve emeller; konuşulan Tatarca’nın, Başkurtca’nın, Kazakça’nın vb. öğretim ve eğitimde uygulanımı, özellikle Türk lehçelerinin birer millet diliymiş gibi ortaya çıkmasına yol açmaktaydı. İşte, böylelikle de Ortak Türkçe’nin doğal oluşum ve gelişim sürecinin önü alınmış oluyordu.
N.İ.İlminski 1863’te, vaftiz edilmiş Tatarların Kazan’da misyoner okulunu da açtı. Bu okul diğer bölgelerdeki misyoner okulları için uzun süre merkez rolünü oynadı.
Yukarıda anlatılanlar çarlık düzeninin sömürgeci politikasının işine geliyordu.
Sovyetler döneminde İlminski sistemi geliştirilerek geniş ölçüde uygulandı. Sonuçta Türk lehçelerini birbirinden ayırarak, uzaklaştırarak her birinin bağımsız dil görünümü (!) oluşturuldu. Bir Özbek Dili, bir Kazak Dili, bir Azeri Dili (yahut Azerbaycan Dili), bir Türkmen Dili, bir Tatar Dili, bir Kırgız Dili vb. birer birer gelişmiş ‘edebi dil’ diye sovyet düzeninin milli kültürlere katkısı olarak sunuldu. Bu yeni edebi dillerin yanısıra da yeni milliyet adları oluşturuldu.
Bugün N.İ.İlminski’nin torunları, adları üstünde yeni İlminski’ler kılık kiyafetleriyle varlıklarını sürdürmekteler.
5. XIII-XIV. yüzyıllarda yaşamış olan Mehemmed (Muhammed) bin Hinduşah Naḫçivani´nin “Sihah el-Fors” adlı Farsça açıklamalı sözlüğünde “Azerbaycan dili” (Zeban-e Azerbaycan) adının “beylegan” (bir tür helva), “kenger” (bir baykuş türü) ve “kerdu” (sürülmüş tarla) sözcükleriyle ilgili üç yerde kullanıldığını ileri sürererk XIII-XIV. yüzyıllarda bu dilin Azerbaycan nüfusunun yaygın başlıca konuşma dili olduğunu ve 7 yüzyıl … bundan önce söz konusu adın-terimin kullanmaya başladığını (22; 23, s. 38-39) söylemek safsatadan başka bir şey değildir. Şunu da kaydedelim ki örnek gösterilen üç kelimenin milli kökenini de inceleyerek açık söylemek gerekirdi.
Öncelikle şunu belirtelim ki “Sihah el-Fors” adlı sözlükten- Farsça´da az kullanılan sözcüklerin açıklamalı sözlüğünden söz eden yazarlar sözlüğün zayıf bilimsel temel üzerinde düzenlendiğini itirafta bulunmuşlar (43; 23, s.34)
Sözlük üzerine araştırma yapan yazarlar genelde birbirine ters düşen, çelişkili fikirleri savunurlar. Sözlükde “Naḫçivan dili”, “Pehlevi dili”, “Fergane dili”, “Buhara dili”, “Merv dili”, v.b. gibi ifadeler (terimler) de yer almıştır (25,s.51,101,164,185,278). O zaman buradan şöyle bir soru ortaya çıkar: Acaba bu “Azerbaycan dili” ve “Naḫçivan dili” veya “Merv dili” v.b. neyi anlatmaktadır? Tarihçi yazar “onların yerli lehçeleri bildirmesi şüphe bırakmıyor” (23,s.40) demektedir.Eğer “Merv dili”, “Fergane dili”, “Buhara dili”, “Naḫçivan dili” v.b. yerli lehçelerdirse, o zaman “Azerbaycan dili” de neden yerli lehçe olmasın? Bilindiği üzere, esas dilin (tüm halkın genel, ortak dilinin) yazı dili ve konuşma dili gibi iki yanı vardır. Lehçe, şive ve ağız ise genel, ortak konuşma dilinin belirli ayrılıklar taşıyan kollarıdır. Hal böyleyken, lehçeyi,şive veya ağızı konuşma, tüm halkın konuştuğu ortak bir dili mi belirtecek?
Mehemmed bin Hinduşah`ın ile çağdaşı olan Azerbaycan´ın ünlü şairi Hasanoğlu’nun (XIII. yüzyılın ilk yarısı) bir şiirindən şu parçaya bir göz atalım:
Ben ölicek yoluna gömün beni
Baga dursun yare toprağım benim
Toprağımda bite hesretle ağac
Gıla zari cümle yaprağım benim
Bu Hasanoğlu senin bendendürür
Anı reddetme yüzü ağım benim (21,s. 25)
Yahu, bu şiir parçası hangi dildedir? Ömrünün büyük bir kısmını XIV. yüzyılda yaşamış olan Nesimi Türkçe Divan´ı hangi dilde yazmıştır?
Fuzûli Türkçe bir kıtasında Farsça’ya oranla Türkçe şiir söylemenin güçlüğünü dile getirirken “Farsi lafzile”, “Türk lafzile”, “Lehce-yi Türki” gibi ifadeleri kullanmıştır. İşte bu güçlükten dolayı Fuzuli kıtanın sonunda şöyle der: “Bende tevfik olsa bu düşvari asan eylerem / Nevbahar olğac tikenden berg-i gül izhar olur” (yani Tanrı bana uyğunlaştırma gücü, başarı verirse, bu güçlüğü kolaylaştıracağım. Nitekim ilkbahar gelince dikenden gül belirir). Fuzuli bu güc işin üstesinden geleceğini inancla söyler.
Bilindiği üzere, aruz vezninin Türkce’nin yapısına, Türk sözlerine uyğunsuzluğu açıktır. İran şiirini örnek alarak ürünlür ortaya koyan divan şairlerimiz yıllar yılı söz konusu uyğunsuzluktan kaynaklanan güçlükler karşısında kalmışlardı. Fuzuli’nin yakınması da bu yüzdendir. Denilebilir ki burada yazı dilinden söz edilmektedir. Fakat unutulmamalı, yazı dili bir konuşma dilinden doğmuştur. Fuzûli başka bir kıtasında ( Hadikatü`s-Sü`eda da yer alan ) Arapça ve Farsçayla yazıldığı gibi Türkçeyle de güzel yapıtlar ortaya koymak için Allah`tan yardım isterken “Ben Türkzebandan iltifat eyleme kem” ( Dili Türkçe olan ben Fuzûli`den yardımını esirgeme ) der ( 17,s.199). Acaba bu Fuzûli ne biçim şair? Ne diye “ Ben Azerizebandan” veya “Ben Azerbeycanzebandan” söylememiş? Anlaşılan öngörüden “yoksunmuş” (Ruhu beni affetsin!).
Daha bir soru da vardır: XIII-XIV. yüzyıllarda Azerbaycan adı hangi bölgenin (bölgelerin), toprağın, ülkenin coğrafyasını tanıtmaktaydı?
Söz konusu Sözlüğe dayanarak “Azerbaycan dili” adıyla yaygın bir konuşma dili hükmünü veren araştırmacı şunları da söylemektedir: “Bununla birlikte, Mehemmed Naḫçivani tarafından kullanan Azerbaycan dili terimini açmak, onun özünü neyin oluşturduğunu belirlemek ve yazarın bu terimle neyi göz önünde bulundurduğunu açıklamak gerektir. Bu sözle günümüz Azerbaycan dilinin o devirdeki ifade tarzı mı, söyleyişi mi veya Azerbaycan nufusunun konuştuğu dillerin toplamı veya belki de başka bir dil mi göz önünde bulundurulmaktatdır? Elbette bütün bu meselelerin araştırılıp çözülmesi dilbilimci bilim adamlarımızın karşısındaki ilke nitelikli meselelerdendir” (23, s.39).
Böylece de fikir ve çözüm çıkmazında bulunan tarihçi yazar meselenin çözümünü, işi dilbilimci araştırmacılara bırakmıştır. Diyecek bir şey yok! Ama var: tarihçi yazar Azerbaycan dili ile Türk dili arasında ünlü Çin seddini meydana getirmeye çalışmıştır. Ne var ki Çinliler yanılgıya düşmüşlerdi; Türklere karşı kurulan bu seddi Türkler kolayca aşabildiler ve bir yazgılarıymış gibi değişik değişik, çeşit çeşit setleri aşmaktalar.
Azerbaycan´ın tanınmış bir dilbilimcisi de söz konusu sorunu ele almış, ne yazık ki çelişkili fikirler içinde bulunarak sorunun çözümünü net bir sonuca kavuşturamamıştır. Dilbilimci bilgin 1993´de şunları söylüyordu: Gerçekten dilimiz yıllar yılı, eski zamanlardan beri çoğu zaman Türk dili adlanmış, XIX. ve XX. yüzyılın başlarında dilcilik yapıtlarının – dil üzerine yazılmış kitapların adlarında daha çok Türk dili terimi kullanılmıştır (13,s.47). Sonra dilmilimci yazar zamanın bir kaç araştırmacı yazarın çalışmalarından söz ederek onların kitaplarında “Azerbaycanca değil, Türkçe terimi kullanılmıştır” (13, s.47) demektedir.
Bundan sonra yukarıda sözü edilen tarihci yazarın 1992´de yayımlanmış makalesine (“Azerbaycan dili” istilahı ne zamandan bellidir? (“Edebiyat gazeti” 17 Temmuz 1992) dayanarak onun fikrine katıldığını belirtir ve “Azerbaycan dili” teriminin en azından 7 yüzyıllık bir tarihi olduğuna savunur ve devam eder: “Azerbaycan dili” anlayışı (kavramı) XIX. yüzyılda ve XX yüzyılın başlarında dil üzerine yazılmış kitapların adlarında değişik sözcük grubunda yer almıştır.” (13, s. 49) (Hani, bir az önce “Türk dili” terimi yer almıştı). 1995´de dilbilimci yazar görüşünü daha atılımcı bir biçimde anlatır, ne var ki “bir az önceki´yi asla hatırlamamaktadır.
Dilci bilim adamına göre L.Z. Budagov´un (“Praktiçeskoye rukovodstvo k turetsko-tatarskomu aderbeydjanskomu nareçiyu” Moskva 1857; Yazarın metninde L.Z. Budagov´un adının baş harfleri ve kitabının adında yalnışlık görünmektedir), Mirze (Mirza) Ebülhesen Bey Vezirov´un (“Uçebnik tatarskogo-azerbaydjanskogo nareçiya” Moskva 1861), Neriman Nerimanov´un (“Türk-Azerbaycan dilinin kısa sarf-nahvi”, Bakû 1899) kitaplarında “Türk-Tatar Azerbaycanca”, “Tatar-Azerbaycanca”, “Türk-Azerbaycan dili” terimlerinin kullanıldığına dikkat çeker. Üstelik bir gazete makalesinin haberinden yola çıkarak A.A. Bestujev Marlinski (1797-1837)´nin “Nur” uzun öyküsünün notlarındakı “Azerbaydjanskoye nareçiye” ifadesi “Azerbaycan dili” demektir diye yazar (13,s.41).
Rus Türkolog-oryantalisti L.Z. Budagov (1812-1878)´un “Praktiçeskoye rukovodstvo k turetsko-tatarskomu aderbeydjanskomu nareçiyu” (Türk-Tatar Azerbaycan lehçesi için Praktik Kılavuz) 1857´de Moskova´da yayımlanmış, onun “Sravnitelnıy Slovar Turetsko-tatarskiḫ nareçiy so vklyuçeniyem upotrebitelneyşiḫ slov arabskiḫ i persidskiḫ (Kullanılagelen Arapça ve Farsça sözcükler de dahil Türk-Tatar Lehçelerinin Karşılaştırmalı Sözlüğü) kitabının ise 1868-1870 yıllarında St. Peterburgda 3 baskısı yapılmıştır. Her iki kitap Türkoloji bakımından değerini bugün de kaybetmemiştir.
Ünlü Rus sözlükbilimcisi Vladimir Dal 1863-1866 yıllarında 4 ciltte yayımladığı “Tolkovıy slovar jivogo velikorusskogo yazıka” (“Canlı Velikorus dilinin Ansiklopedik Sözlüğü”) sözlüğünün 2. cildinde “nareçiy, nareçiye” maddesini şöyle açıklar: “Söyleyişe veya biçimini değistirmiş sözcüğe göre esas dilden küçük ölçüde ayrılan yerli dil. Velikorusca´nın başlıca iki nareçiyesi vardır: yüksek veya akanye, alçak veya okanye” (32, s.461) Rusça´nın özelliklerinden biri olarak “akanye” Güney Rus lehçesinde vurgusuz “o” sesinin “a” söylenişi, “okanye” ise Kuzey Rus lehçesinde vurgusuz “o” harfinin yazıldığı gibi “o” söylenişidir.
Dört ciltte yayımlanmış “Rusça Sözlüğün (“Slovar Russkogo Yazıka”) 2. cildinde ise “nareçiye” sözcüğünün açıklaması şöyle yapılmıştır: “Herhangi bir dilin yerli ağızlarının veya ortak özellikler taşıyan diyalektlerinin toplamı. Güney Velikorus nareçiyesi, Kuzey Velikorus nereçiyesi. Nüfusun herhangi bir grubunun (kent, köy v.b.) dili” (41, s.388)
Yukarıda sözü geçen Doğu Dilleri Lazarev Enstitüsü professörü L.M. Lazarev’in 1866’da Moskva’da basılan “Sravnitelnaya Hrestomatiya Turetskago Yazıka Nareçiy Osmanlı i Aderbidjana” kitabının adındaki “nareçiy” sözü “lehçe” anlamındaydı. Bundan iki yıl önce L. M. Lazarev yine Moskva’da kısa gramer ekleme ile bir Sözlük yayımlamıştı. Sözlük şöyle adlanmaktaydı: “Türk-Tatar-Rus Sözlüğ’ü. Lehçeler: Osmanlı, Kırım ve Kafkasya” (“Turetsko-Tatarsko-Russkiy Slovar. Nareçiy: Osmanskago, Krımskago i Kavkazskago”). Sözlük’te Türkiye ve Azerbeycan Türkçelerindeki sözleri aynı anlamda karşılayan Rusça sözler sunulmuştu. Osmanlı adı altında Türkiye ve Kırım lehçesi, Kafkasya adı altında ise Azerbeycan Türkçesi göz önünde bulundurulurdu. Kitapta Türk-Tatar anlatımı Türkiye, Kırım ve Azerbeycan Türkçelerini içerdiği açıktır. Sözlüklerde, dilbilimsel yapıtlarda “nareçiye”nin “diyalekt”, “lehçe” anlamına geldiği açıkca gösterilmektedir. Bunun üzerine uzun uzadıya açıklamalar da gerekmez. A. A. Bestujev Marlinski´nin “Nur” uzun öyküsünün notlarındaki “azerbaydjanskoye nareçiye” ifadesi de “Azerbaycan lehçesi” anlamına gelmektedir. Neriman Nerimanov´un adı geçen kitabındaki “Türk-Azərbaycan dili” “Azerbaycan Türkçesi´nden başka bir şey değildir.
Tüm halkın ortak konuşma dilinin, devlet dilinin adı olarak “Azerbaycan dili” adı zorunlu ve baskı sonucu uygulanan yanlış bir kavram gibi XX. yüzyıl 30´lu yılların sonunda üretilen bir üründür. Bugün ise Kuzey Azerbaycan´da belirli koşullar uyarınca uygulamaya konulmuştur. Bu koşullar sovyet düzeninde yarımyüzyılı aşkın bir zaman dilimi süresinde oluşturulmuştur ve bu gerçekliği de itiraf etmek gerektir. Onun tarihini eski zamanlara götürmek girişimleri ise olumlu sonuçlanmaz. Yeniliyorum: Azerice’ye oranla Azerbaycan dili terimi daha tercihedilebilirdir.
6. Burada bir hususu da dikkate almanın, gözden uzak tutmamanın yararı vardır. Şöyle ki, Arap alfabesiyle yazılmış ve basılmış olan kimi kaynaklarda, bu arada sözlük ve ansiklopedide (örneğin bk: İslam Ansiklopedisi; 4. Cilt. İstanbul 1991, s.316) “Azer” sözü (Hz. İbrahim’in babası veya amcasının ismi) “ze” (ز) ile yazılmış, “Azerbaycan” adında ise “zal” (ذ) harfi kullanılmıştır. Böylece “Azer” ve “Azerbaycan” sözündeki “Azer” arasında ayrım yapılmıştır.
Değişik sistemli dillerdeki bazi sözlerin sözlüksel, fonetik ve dilbilgisel (qramer) benzerliği o sözlerin (sözcüklerin) akrabalığını belirtir. Alıntılar kaynak dildeki uygun sözlerle akrabadır. Örneğin Türkçe’den alınmış olan “alaşa at”ın Rusça’da “loşad”a (“at”a) dönüştügü gibi. Ne var ki sözlüksel ve sesbilimsel (fonetik) benzerlik bütün hallerde de akrabalık için geçerli olamaz. Örneğin kimi kaynaklarda Farsça “Azer” (ateş, ateşkede, ateşe tapanlara göre ateşe hizmet eden meleğin adı ve İran Güneş-Şemsi yılının dokuzuncu ayı) ve “Azeri” (“ateşe tapan, ateşe ilişkin, ateşe özgü, Azer ayına örgü, Azer ayında meydana gelen” anlamlarında) “zal” ile yazılmıştır. Bilindigi üzere “Azerbaycan” adı Arapca ve Farsça yazıldığında “zal” harfi kullanılmaktadır. Sözlerin (sözcüklerin) rastgele sözlüksel ve sesbilimsel benzerliğini esas alarak kesinlikle onların genetik – köken akrabalığı hükmünün verilemeyeceğini dilbilimi kanıtlamıştır.
Bazen kaynaklarda “Azerbaycan”ın “Aderbican” biçiminde yazıldığı da gözükmektedir. “Aderbican”ın bir raslantı, bir yanlışlık eseri olmaması gerektir. Bilindiği üzere “dal” (د) noktalı olduğunda “zal” (ذ) harfine dönüşecek ve milli Arap alfabesinin bir özelliği olarak üç sesi (d, z, y) içinde toplayan bir ses gibi telaffüz edilecektir. Şunu da belirtelim ki Arap alfabesiyle Türkce fonetik bileşimi ve ses dizgesi arasında bir uygunsuzluğun bulunduğu da açıktır.
7. “As (Az)”, “Azer” ve “Azerbaycan” adları arasında türeyiş ilişkisinin bulunduğunu, “Azer”in birleşik isim (söz) olarak “Az” ve “er” öğelerinden oluştuğunu savunan fikir üstünkörü, gelişigüzel bir açıklamadır; görülmek istenileni gerçekmiş gibi göstermeye dayanmaktadır. Bundan önce dendigi gibi eski İran – Arap kaynakları Azerbaycan’ın eskiden bir Türk ülkesi olduğunu belirtirlerdi (Togan, 1981: 174, 457). Eski Türk kaynaklarında – Göktürk yazıtlarındakı (Orhun yazıtları) bilginin (Az, Az Budun, Az Eri vb.) Azerbaycan’da ortak bir kavim adı olarak belirmesinin açık, yadsınamaz tarihsel bir tablosu hatta bir iki kesin, net haberi bile yok.
8. Günümüzde Azlar’ın daha çok Özbekistan ülkesinde oturduğunu belirten söze (Ceferov, 1984) şöyle soru sormak gerektir: Acaba o zaman Özbekler neden Azerler (ve Azeriler) adlanmamıştır (adlanmasın)? Yahut belki “Özbek” de “Azbek”ten türemiştir? Ama değil. “Özbek”in kökeni Güneş ışığı gibi açıktır: Özbek-Öz+beg=“Kendi kendine bey” (bk. B. Ögel. Türk Mitolojisi. Ankara, 1971. s.385). Ayrı bir Türk topluluğu olarak Özbekler`in adları Altın Ordu hanı Özbek Han ( 1312-1342)` ın adından gelmektedir.
9. Sovyetler döneminde – 1986 yılında yayımlanmış olan bir kitapta (Miziyev, 1986) bir Türk etnonimi olarak “Aslar”ın Kuzey Kafkasya’da oturan şimdiki Osetler ile özdeşleşmeyeceği belirtilmektedir. Bilindiği gibi Aslar Türk değildirler. Z.V.Togan’a göre (yukarıda da işaret edildiği gibi) aralarında Aslar’ın da bulunduğu Hint – İran kavimlerinin Orta Asiya’ya M.Ö. 2 binde gelmeye başlamışlardı (Togan, 1981: 44, 422). 1986′ ta çıkan kitaptaki araştırmalar Orta Asya’nın milattan önceki tarihine inememiş, özellikle Göktürk dönemi ile sınırlı kalmıştır. Kitapta ileri sürülen iddialar ile ilgili olarak şunları da ekliyeyim: Yukarıda da anlatıldığı üzere bir kavim kendisince verilen bir addan başka, bazen diğer kavimlerin, komşuların verdikleri adları da taşımıştır. Bir kavme diğer kavmin (kavimlerin) verdiği ad bazen aşağılayıcı, sömürgeci – küçümseyici nitelik taşımış veya yanlış olarak başka bir kavmin adıyla adlandırılmıştır. Orneğin, Kuzey Kafkasya’daki Avarlar kendilerince verilmiş olan “Maarulal” adını taşırlar. Ama Ruslar onlara “Avar” adını takmışlardır. Oysaki gerçek Avarlar Türk olup, 6. yüzyılda Orta Avrupa’nın Pannonya bölgesinde devlet (Hakanlık) kurmuşlardı. Bu devletin 6-8. yüzyıllarda varlığını sürdürdügü bilenmektedir. Kuzey Kafkasya’da oturan Balkarlar’ın kendilerince verilen kavim adı Taulu, Karaçaylar’ınki Karaçaylla, Osetler’inki Oron ve Digoron’ dur. Ayrıca Çinliler’in kendilerine özgü milli kavim adı Han, Almanlar’ınki Döyçe olduğu halde, Ruslarca Çinliler Kitaytsi, Almanlar ise Nemets, Nemtsı adlandırılmaktadır. Bu istisnalara dayanarak genelleme yapma ve kavim, millet adlarının bir kamuflyaj, yalan, aldatmaca olduğunu kesinlikle illeri sürmek safsatası art düşünce belirtisinden baska bir şey değildir. Ele aldığımız “Azer” ve “Azeri” ifadeleri milletimizle ilgili başka bir özellik taşıyan, tarihsel macerası XIX. yüzyıldan başlayan yapıştırmalardır. Kaldı ki 681 yılında Balkanlarda devlet kuran Türk Bulgarlar’dan önce oradakı yerli Slav boyları ortak bir kavim adını taşımıyorlardı. Bulgarlar ise buraya herhangi başka bir boyun, kavmin içinde yahut karma bir topluluk olarak değil, katışıksız olarak kendi boy, kavim adıyla gelmiş ve devlet kurmuşlardı.
10. Yabancı, dıştangelme “Azeri” ve gelişigüzel “Azer” ismine oranla “Azerbaycanlı” ifadesi günümüzde kullanılışlı olduğundan, vatandaşlık kimliğini üstün derecede gösterebildiğinden dolayı onun tercihedilebirliği açıktır. Ne var ki “Azerbaycanlı” da milliyet kimliğini ifade edemeyeceği, bir milliyetin (milletin), ulusun gerçek adını taşıyamayacağı da kesinlikle su götürmez bir gerçektir. Milliyetin, milli kültürün oluşumuna ilişkin coğrafi determinizmi savunan görüşün yanlışlığını tarihin doğal kendiliğinden akışı ve birçok bilimsel araştırmalar yeterince ortaya koymuştur.
11. Ruhi Enarcani Risalesi’nden Muhammed Cevat Meşkur’un Nezeri Be Tarixe Azerbaycan ve Asare Bastani ve Cemiyetşenasiye An (Azerbaycan’ın Tarihine Eski Eserlerine ve Onun Sosyolojisine Bakış) adlı kitabının 223. sayfasında yer alan birkaç Azeriçe örneği ve Farsça karşılıklarını aktaralım, bu arada tarafımızdan Türkçe çevirisini de sunalım:
Azerice
1. Mezivam, meresam, memanam, ti canet ez hedrevam.
2. Gedavo bela taçinam, begerde urut gerdam, bi tu ğeş konam.
3. Ti kelle burse vereset miram, bibeke çeşmet can deham.
4. Bi pa vü parmet oftam, beraye her vende pat miram.
5. Bi tereg terege kevşet mezivam, nezre bekisi heş amedi; heşet ba, nur averdi, nuret ba.
Farsça karşılıkları:
1. Neziyem (gorban şevem), neresem, nemanem, beraye canet ez hod revem.
2. Geza vo belayet ra çinem, begerde ruyet begerdem, beraye to ğeş konem.
3. Beraye kelle…et bemirem beraye merdomek çeşmet can dehem.
4. Beraye payet oftem, beraye her bende payet bemirem.
5. Beraye tereg terege kefşet neziyem, nezre bikesi hoş amedi, hoşet bad, ner averdi, nuret bad.
Türkçesi:
1. Kurban olayım, yetişemeyim, kalamayım, senin canın için kendimden geçerim.
2. Müsibetini, belanı alayım, senin yuvarlak yüzün çevresinde döneyim, sana bayılırım.
3. Kafan… için ölürüm, senin göz bebeğin için can(ımı) veririm.
4. Senin ayağına kapanırım, senin her ayak oynağın (bileğin)için öleyim.
5. Senin ayakkabıyın takırtısına kurban olayım, kimsesizin andı, hoş geldin, hoş görünesin, nur getirdin, nurlu olasın.
Şimdi de sözü keçen Risalede yer alan iki dizeden oluşmuş bir şiir parçası örneğinde Azerice ve Farsçayı bir daha karşılaştıralım:

Azerice
Mezivam an kulara
An geddo an balara

Farsça
Neziyem (gorban şevem) an kulahra
An geddo an balara
Türkçe çevirisi
Kurban olayım o kalpağa (külaha)
O uzun o boya

Anlaşılıyor ki, Azeri’ce Farsça’nın bir lehçesi (şivesi) veya ağzından başka bir şey değildir.
1967 yılında Bakû’de dilbilimci M. Ş. Kasımov’un (Qasımov) Azerice’de terim nasıl oluşur (Azeri dilinde termin nece yaranır) başlığıyla küçük boyutta bir kitabı yayınlandı. Kitapta Azerbaycan Türkçesinde terim yapımından söz edilirdi.
Türkçe Sözlük´ün değişik baskılarında “Azerice” ve “Azeri” maddeleri bulunmaktadır. Sözgelimi 10. baskıdaki maddeleri aktaralım. “Azerice” maddesinde denilir: “1. Azerbaycan Türkçesi . 2.Bu Türkçeyle yazılmış olan” (11,s.167). “Azeri” ise şöyle açıklanır. “1.Azerbaycan Cumhuriyeti´nde ve Güney Azerbaycan´da (İran´da) yaşayan Türk soylu halk veya bu halktan olan kimse. 2. Bu halka özgü olan, bu halk ile ilgili olan” (11, s.167).
2013 yılında ise Ankara’da (Başak Matbaacılık ve Tanıtım Hizmetince) bir Türkçe-Azerice Hukuk Sözlığü yayınlandı. (12)
Burada ne demişler? Demişler: “Gel, şimdi körü köprüden geçir, bakalım!”
12. Bilim çevrelerinde ünü yaygın olan L.N.Gumilyov ile ilgili kisaca olarak şunları ekliyorum: L.N.Gumilyov’un Türk tarihine hizmeti, genelde tarih, etnoloji ve etnografya bilimlerine bilimsel katkıları Azerbaycan’da, Türkiye’de (ayrıca Kazakistan’da L.N.Gumilyov Avrasya Milli Üniversitesi de kurulmuştur) ve Rusya’da uzun süre topluma abartılmış biçimde sunulmuştur. Gerçekte ise önyargılı,marjinal bir kişilikten de payı olan L.N. Gumilyov ortaçağ bağnazlığından hareketle Türk tarihinin yanlış ve aldatmacalar ile dolu bir tablosunu ortaya koymaya, topluma yutturmaya çalışmış, yobazca bir davranışta bulunarak İslamiyete de kara sürmüştür. Fikir ve düşüncesiyle, çalışmalarıyla, güttüğü amacıyla yapma bir çağdaşlık örtüsü ile örtünmüş bir gericiliğin karşısında el pence divan duran, buyruk kulu L.N.Gumilyov hayranlığını yapanlar var ya! (L.N.Gumilyov konusunu ayrıntılı olarak başka bir yazıda ele alacağım).
13. Şunu da bilirtmem yerinde olur: Bir sözlük’te “ayın” (ع) ve “ze” (ز) harfleriyle yazılmış olan, Arap kökenli olasığıyla ve Türkçe okunuşu “Azer” (“Azren”) gibi gösterilen sözcük “ayıplamak” anlamında sunulmuştur.(13)
14. Söz konusu sorun az çok kapsamlı biçimde ilk kez tarafımızdan ele alınmıştır. Ele alınan konuya ilişkin güvenilir, değerli tarihsel verilere, geleneğe, günümüz durumunu nesnel (objektif) bir biçimde yansıtan olgulara dayanarak hazırlanan ve sunulan yazıda kişisel yaklaşım ve görüşümü, düşencemi ortaya koymuş ve açıklamışımdır.
Not: Ele alınan konu üzerine yazı hazırlamayı tavsiye eden Bakû Devlet Üniversitesi Tarih Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr.Zabil Bayramlı`ya teşekkürlerimi sunarım.
Kaynakça
Tūrkiye Tūrkçesi’nde
1. Azer // Tūrk Ansıklopedisi; IV. cilt. İstanbul, 1971, s.409
2. Būnyadov, Ziya Musa. Azerbaycan .Tarih // İslam Ansiklopedisi, 4. cilt. İstanbul 1991, s. 317-322
3. Kōprūlu, M. Fuad. Azeri (Azari) // İslam Ansiklopedisi, 2. cilt, 5. Baskı, İstanbul 1979, s. 118-151
4. Kōprūlu, M.Fuad. Tūrk Edebiyatı Tarihi, 4. Basım. İstanbul 1986
5. Kōprūlu,M.Fuad. Edebiyat Araştırmaları, 2. cilt 3. Basım. İstanbul 1989 (Azeri bōlümü: s.13-81)
6. Kurat, Akdes Nimet. Doğu Avrupa Tūrk Kavim ve Devletleri // Tūrk Dünyası El Kitabı, I –cilt. Coğrafya-Tarih, 2. Baskı, Ankara 1992, s. 175-186
7. Orkun, H. Namik. Eski Tūrk Yazıtları. Ankara 1986
8. Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi. Ankara 1971
9. Togan, A. Zeki Velidi Umumi Tūrk Tarihine Giriş, I. cilt. En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar. 3. Baskı. İstanbul 1981
10. Tūmer, Gūnay. Azer // İslam Ansiklopedisi, 4. cilt. İstanbul 1991, s. 316-317
11. Tūrkce Sozlūk.10. Baskı. Ankara 2005
12. Tūrkçe- Azerice Hukuk Sōzlūğū. Başak Matbaaçılık ve Tanıtım Hizmeti Ankara 2013
13. Yeğin, Abdullah. Osmanlıca – Tūrkçe (İslami- İlmi- -Edebi- Felsefi) Yeni Lūgat. Talǎt Matbaacılık. İstanbul 1991
Azerbaycan Tūrkçesi’nde

14. Aḫundov.A. Dil ve Edebiyyat, I –cild. Bakū, Genclik, 2003
15. Azerli, M, İ. Azerbaycan Dili Haqqında Erebdilli Menbelerde Verilen Melumatların Bezi İran Alimleri’ Terefinden Saḫtalaşdırılması // Azerbaycanın Tarih ve Medeniyyetinin Burjua Saḫtalaşdırılmasına Garşı. Bakū, 1978, s. 167-176
16. Ceferov, C. İ. Azerbaycan Damğaları // Azerbaycan Filologiyası Meseleleri, II . Buraḫılış. Bakı, Elm, 1984, c. 240-248
17. Fuzûli, Mehemmed. Seçilmiş Eserleri, III. Cilt. Bakı, Şerq-Qerb, 2013
18. Gasımov, M. Ş. Azeri dilinde termin nece yaranır. Bakı, 1967
19. Gurban, R. Azeri, Atropaten, Azerbaycan sōzleri haggında // Azerbaycan EA Xeberleri. Edebiyyat, dil ve incesenet seryiası, 1968 № 3, s. 82-91
20. Onullahi , S. M. İran Burjua Alimlerinin Eserlerinde Azerbaycan Dili Tarihinin Saḫtalaşdırılması // Azerbaycanın Tarih ve Medeniyyetinin Burjua Saḫtalaşdırılmasına Garşı. Bakı 1978, s. 141-158
21. XIII-XVI Esrler Azerbaycan Şe’ri. Ūçūnçū cilt. Bakı, Elm1984
22. Piriyev, V. “ Azerbaycan dili” istilahı ne vaḫtan bellidir?” // Edebiyyat gezeti, 17 iyul (Temmuz)1992
23. Piriyev, V Mehemmed İbn Hinduşah Naḫçivani. Bakı, Elm, 2002

Farsca’da

24. Erdebili, Tevvekkūl İbn Bezzaz. Safvet ūs-Sefa. Tebriz 1373 h.ş.
25. Mehemmed bin Hinduşah Naḫçivani. Siyah el-fors. Be ehtimam-e Doktor Ebdūleli Taeti. Tehran 1341 h. ş.
26. Meşkur, Mehemmed Cevad. Nezeri Be Tariḫ-e Azerbaycan ve Asar-e Bastani ve Cemiyyetşenasi-ye An. Tehran,1349 h.ş.
27. Tebrizi, Seyyid Ehmed Kesveri. Azeri ya Zeban-e Bastan-e Azerbaycan. Tehran 1304 h.ş.
28. Tebrizi, Kesrevi. Azeri ya Zeban-e Bastan-e Azerbaycan. Çap-e dovvom. Tehran 1318.h.ş.
Rusça’da

29. Bruk, S. İ. Naseleniya Mira . Etnodemokrafiçeskiy sbornik. Moskva 1986
30. Budagov, L. Z. Praktiçeskoye Rukovodstvo k Turetsko – Tatarskomu Aderbeydjanskomu Nareçiyu. Moskva 1857
31. Budagov, L. Z. Sravnitelnıy Slovar Turetsko – Tatarskiḫ Nareçiy So Vklyuçeniyem Upotrebitelneyşiḫ Slov Arabskiḫ i Persidskiḫ SPb. 1868-1878
32. Dal, V. Tolkovıy Slovar Jivogo Velikorusskogo Yazıka. Tom III. Moskva. 1979 (1863-1866 yıllarında 4 cilti basılmış).
33. Goroḫov, V. M. Reaktsionnaya Şkolnaya Politika Tsarizma v Otnoşenii Tatar Povoljiya. Kazan 1941
34. Gumilyov, L. N. Etnogez i Biosfera Zemli. Moskva 1993
35. Gumilyov, L. N. Etnosfera: İstoriya Lyudey i İstoruya Prirodı. Moskva 1993
36. İlminskiy, N.İ. O Sisteme Prosveşşeniya İnorodtsev i Kazanskoy Tsentralnoy Şkole. Kazan 1913
37. Turetsko – Tatarsko- Russkiy Slovar. Nareçiy: Osmanskago, Krımskago i Kavkazskago, – Sostavlen… L. M. Lazarevım. Moskva 1864
38. Lazarev L. M. Sravnitelnaya ḫrestomatiya Turetskago Yazıka Nareçiy Osmanlı i Aderbidjana. Moskva 1866, 2011
39. Mirza Kazım- Bek. Obşçaya Grammatika Turetsko – Tatarskogo Yazıka, 2-oe izd., Kazan 1846 (Genişletilmiş Baskı)
40. Miziyev, İ.M. Şagi k İstokam Etniçeskoy İstorii Tsentralnogo Kavkaza . “Elbrus”, Nalçik, 1986
41. Slovar Russkogo Yazıka: V 4- ḫ tomaḫ / Pod. redak. A.P. Yevgenyevoy, 2-e izd., ispr. i dop., t.2. Moskva, Russkiy Yazık, 1983
42. Vvedeniye v Etniçeskuyu Psiḫologiyu / Pod. Redak. Y.P.Platnova. SPb; 1995

43. Zarinazade, G. G. “ Siḫaḫ al- furs”. V sbornike: “ Semitskiye Yazıki, vip. 2(ç.2)”. Moskva, Nauka, 1965,s. 557- 567

5

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir