Azerbaycan-Ermenistan arasında süregelen mücadeleyi sadece “toprak hâkimiyeti” kavramıyla açıklamak yeterli değildir. Teknik olarak, Dağlık Karabağ özelinde her iki tarafın da “aidiyet” yaklaşımıyla argümanları olduğu söz konusudur. Tarihi dayanaklara yaslanılan iddialar yumağında, doğal olduğu değerlendirilen ise, Azerbaycan’ın ortaya koymuş olduğu tavrın “meşru olan” sayıldığıdır. Hâlihazırda, resmen işgalci olarak Ermenistan devleti görülmektedir. Eylül ayında cereyan eden saldırı olaylarından sonra mütekabiliyet esasına göre Azerbaycan’ın karşılık vermesi, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden Fransa ve Rusya tarafından bir kenara bırakılmış; bu taraflarca odak, Türkiye’ye dönmüştür. Türkiye’nin olası bir hamlesini uluslararası toplum nezdinde “saldırgan, yayılmacı, haydut” etiketleriyle ilan etmek isteyen malum taraflar, meseleye Azerbaycan’ın meşru savaşı olarak değil; Türkiye’nin sorunu olarak bakmaktadırlar. Bu bağlamda, bu meselenin “post-modern bir vekâlet savaşı” sorununa dönüşmeye başladığı ifade edilebilir. Yıllarca, PKK ve ASALA ile umduklarını bulamayanlar, şimdilerde bunu Yunanistan ve Ermenistan devletleriyle yapmaya niyetli görülmektedirler. Türkiye’nin etki ve ilgi alanı olan Doğu Akdeniz meselesine ilaveten “karmaşık bir sorun” üreterek Güney Kafkasya kartını oynamaya çalıştıkları açıktır. Bunu, Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın açıklamalarından okumak mümkündür. Paşinyan, “Güney Kafkasya’daki Ermeniler, Türkiye’nin kuzey, güney ve doğuya doğru ilerlemesinin önünde duran son engel” ve “Dağlık Karabağ’da yaşananlar Türkiye’nin Ermenilere karşı yürüttüğü soykırım politikalarının bir devamı” ifadelerini kullanmıştı. Taraf olmak isteyenlerden Suriye devletinin “meşruiyetini yitirmiş başkanı” ya da “Moskova yönetiminin Suriye valisi” muamelesi gördüğü düşünülen Beşar Esad da “Dağlık Karabağ’daki çözümün engelleyicisinin Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olduğunu” ileri sürmüştür. Argüman olarak da Suriye’deki anti-rejim güçlerinin Ankara yönetimi tarafından Güney Kafkasya’da Türkiye’ye vekâleten savaşmaya götürüldüğünü ifade etmektedir. Buna istinaden cüretkâr bir açıklama ise Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’dan “Suriyelilerin Dağlık Karabağ’da savaştırılmasıyla ilgili Erdoğan’dan açıklama isteyeceğim” şeklinde gelmektedir. Bu doğrultularda, malum müdahalecilerin yapmak istediği, sorunun çözümüne ilişkin kurulabilecek yüksek diplomatik masalarda Türkiye’yi saf dışı bırakmaktır. Bu durum, Azerbaycan devlet başkanı İlham Aliyev’in “Türkiye’siz diplomatik çözüm masası istemiyoruz” çıkışından isabetli olarak anlaşılmaktadır.
Bütün bu olay kesitleri arda gelirken cephe hattında olanlar ise “topyekûn savaş” şartlarının oluştuğunun işareti sayılabilir. Karşılıklı kesin yıkım ya da dehşet dengesi doktrininin teorize etmiş olduğu durumların geçerliliği de söz konusudur. Ulusal güvenlik politikasının gündem ve formülasyonuna dayalı olan bir askeri güvenlik stratejisi olan “dehşet dengesi”nin iki ya da daha fazla tarafın birbirini imha etmesi olduğu bilinmektedir. Ermenistan’ın, Azerbaycan’ın Gence ve Mingeçevir şehirlerine ateş açması ve Dağlık Karabağ’daki Ermeni sorumlunun “savaşı tüm Azerbaycan’a yayacağız” ifadesi, bir dehşet dengesi kurmaktadır. Bunu yaparken kendisine güç ve cesaret veren aktör ve faktörleri de göz önünde bulundurmak gerekir. Açık surette Fransa ve İran’ın desteğini alan Ermenistan, YPG-PKK terör örgütlerinden de destek almaktadır ve Türkiye’yi tam doğusunda bir uğraşın içine çekmek istemektedir. Devlet kültürünün yerleşmediği ve devlet olabilme ilkelerinin kurulamadığı Ermenistan, uluslararası savaş hukukuna da aykırı davranmaktadır. Bununla beraber, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin de savaş şartlarındaki meşru müdafaa reflekslerinin kurumsal bağlamda yeterli teçhizat şartlarına uygun olduğu ifade edilemez. Bu noktada, Türkiye’den politika ve reform transferi yapabilmelerinin yöntemleri doğal olarak açıktır. Uluslararası toplumda çoğu devlet ve hükümet aktörlerinin ve kamuoyunun meseleye bakışı Türkiye odağında şekillenirken Azerbaycan’ın da durumu olduğundan daha fazlasıyla bu zaviyede değerlendirmesi ve Azerbaycan stratejik kültüründe içkin hale getirilmesi beklenmektedir. Bu bağlamda, Azerbaycan Türkü akademisyen, diplomat ve gazetecilerin bu husus üzerine dikkatle eğilmeleri acil bir gerekliliktir. Askeri anlamda yeterli sayılabilecek düzeyde bir işbirliği ve koordinasyonun olduğunu söylemek ise mümkündür. Toplumsal anlamda ise, özellikle Azerbaycan Türkü vatandaşların bir kısmı tarafından “sehven yapıldığına” inanılan “Azerbaycan Türklüğü-Anadolu Türklüğü” ayrımına kesinlikle son verilmelidir ve bu durumun kamuoyu vicdanında incitici olabileceği medya araçlarıyla ifade edilmelidir. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, durumun ciddiyetini “Suriye’den Akdeniz’e ve Kafkaslar’a kadar uzanan kriz noktalarının birleştirilmesiyle açığa çıkan tablonun Türkiye’nin kuşatılmaya çalışıldığı” söylem kesitiyle ifade etmektedir. Türkiye-Azerbaycan entegrasyonunun tüm politika alanlarında uygulanabilir ve sürdürülebilir olması, bölgesel barışın ve dünyadaki “Türk gerçekliğinin” en bariz bir şekilde nişanesi olabileceği değerlendirilmektedir. Bu doğrultuda, Türk Birliği şuur ve ilkelerine müstenit olarak müştereken ikili ulusal güvenlik politika sisteminde kültür anlayışı ve yönetim yaklaşımı benimsenmelidir. Terörist ve haydut devletlerin bulunduğumuz coğrafyada Türkiye ve Azerbaycan gibi devletlere karşı bilenemeyeceği bir “ulusal güvenlik devleti” temeli oluşturmak, bölgedeki dehşet dengesinin “caydırıcılık” esasına göre lehimize işlemesini sağlayabilecektir.
Sonuç olarak, Azerbaycan-Ermenistan savaşında, yukarıda da ifade edildiği gibi salt bir “toprak kavgası” yoktur. Ermenistan Başbakanının kendisine yapılan yönlendirmelere dayalı açıklamalarından da anlaşılacağı üzere savaş şartlarının değiştiği ve Azerbaycan savaş araç ve unsur imkân ve kabiliyetlerinin geliştiği günümüzde, Azerbaycan’ın dost ve müttefikinin Türkiye olduğunu devlet hafızasında bütünleşik olarak içselleştirmesi ve bunu kararlılıkla sürdürmesi gerektiği bir gerçektir. Çatışma çözümlerinde, aynı duyguları ve inancı paylaşan dost ve müttefiklerin masada ve sahada olmaması olasılığı, çözüm olarak ancak “negatif barışın” sonuçlarını meydana getirebilecektir. Bu durumda, gayri nizami savaş şartları taraflarca benimsenecektir ki dünyada en fazla belirsizliğe ve kara propaganda fırsatlarına sürükleyen bu atmosferdir. Uluslararası kamuoyu çevrelerinde Türkiye-Azerbaycan müttefikliği ısrarla propaganda edilmelidir. Azerbaycan’a tam ve samimi destek Türkiye’nin yanında ancak Pakistan’dan da gelebilecektir. İsrail devletinin denklemdeki İran rolüne refleks olarak Azerbaycan’a yakınlaşması temkinle izlenmeli ve samimiyeti sorgulanmalıdır. Gafil davranılıp “bu bizim yanımızda” popülizmi güdülmemelidir. Ege’de Türkiye’ye Yunanistan tarafından, Kafkaslar’da Azerbaycan’a Ermenistan tarafından güdülen post-modern vekâlet savaşlarına karşı müteyakkız olunmalıdır. Modern Türklüğün babası Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliği ile açacak. Dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türklüğün varlığı, bu köhne âleme yeni ufuklar açacak. Güneş ne demek ufuk ne demek o zaman görülecek” sözü “yol pusulası” yapılmalıdır.
Muhammet Mağat, Uludağ Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Doktora Öğrencisi