KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Altan Çetin: Varlıkta Yerimiz Yahut Bir Medeniyet Tasarımı: Ok-Yay Teorisi

Altan Çetin: Varlıkta Yerimiz Yahut Bir Medeniyet Tasarımı: Ok-Yay Teorisi

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 12 dk okuma süresi
323 0
altan çetin

Yusuf atamla Çınar gölgesinde otururken, evlat, medeniyete dair tasarımını okudum; medeniyetten toplum-devlet ve şehir üçlüsü çerçevesinde, kültür zemininde yani hayatın içinde oluşan nihaî şekil/yapı olarak bahsediliyor. İnsan merkezli olarak başladığın düşüncende aile ve millet muhtevalı toplumu insani hayatın en geniş formu olarak tespit ediyorsun. Böylece insanın sosyal nizamını aklî ve olguya tekabül eden bir yerden izaha çalışıyorsun. Bunun sonrasında medeniyet denilen efsunu düşünürken insanın kendi hukuk ve ahlak nizamı olarak, kendi şerrinden emin olmak için kurduğu adalet ve liyakat nizamı olarak siyasi ve ekonomik hayatını tanzim ettiği devleti söz konusu ediyorsun. Medeniyet cümlesinden insanın sosyal ve siyasi hayatının kurulduğu yer/mekân olarak şehir yer alıyor. İşte kültür, insanın o hayatı olan asabiyesi, bu parçalar içerisinde siyasi, sosyal ve kültürel çerçevede umranını var ediyor, diyorsun. Bu söylediklerine tarihten olgu ve kavramları göstererek tasarımının makuliyetini tespite gayret etmektesin. Elbette her tasarım, düşünce eleştirilerek ve yanlışlamaya açık olarak kendisini sınayarak doğru yahut yanlış olur. Nokta koymak değil hayata değer katmak esastır, evlat dedi. Bu söylediklerini Türk kültürünün mazisindeki olgu dünyası üzerinden düşünerek bir olgu zemini aradın mı peki dedi?

Yusuf atam, dedim; kutlu olmak töreli olmak liyakatı taşımaktır. Türklerin toplum yapısı onların kültürünün/hayatının çerçevesinde teşekkül eden kişi oğlu ile başlayan yani insandan yola çıkan tasnif oğuş, urug, boy olarak teşekkül eden bir toplum yapısı içinde millet hayatı teşekkül ederek buduna ulaşılır. İşte Türklerin aklı bu manada bir olgu yapısı içinde toplum düzenini var ediyor. Böylece medeniyetin zemini olan yapı böylece teşekkül ediyor, dedim. Bunun ötesinde tasarımıma devam ettiğim il yahut el ise Türklerin hayatında devleti temsil ediyor. Bir düzende böylece medeni hayat Türk kültürü zemininde kendi parçalarını oluşturuyor. Bunun ötesinde ise yurtlarda, şarlarda, balıklar da şehirler kuran milletin hayatında onların medeniyet çerçevesi tamamlanır. Maveraünnehir’de ve o cümleden Sir Derya kıyılarındaki şehirler ve ötesi buna hâlâ şahittir. Bu hayatın dâhilindeki göçerler, köyler ve kasabalar bu bütünlüğün zeminindeki parçalar olarak var olur. Bütünlük ya da medeniyete dair kavram ve yapıları böylece kültürümüz içerisinden olguya dayalı izlememiz mümkün olur diye düşünüyorum, dedim. Hülasa bahsettiğim tasarımda tarihin eski zamanlarından şimdiye kadar ortaya konulan parçaları/toplum/millet, devlet ve şehir) gösteren bir yapı içerisinde medeniyet teşekkül ediyor. Teknoloji ne oluyor orada, dedi? Teknoloji şehrin içinde toplum-devlet ile oluşan eğitim, sanat, ekonomi hayatının bir parçası olarak oluşuyor, dedim. Bunun varlığından sarfı nazar edilemez; lakin bahsettiğim daha temel kavramlar çevresinde medeniyette teknik ve teknoloji mümkün oluyor bana göre, dedim. Bunun merkeze almak medeniyeti parçalarından koparıp tarihi bir zeminde kabuklaştırır sanki atam, dedim.

Medeniyeti beynemilel kılan şey muhtevasındaki parçaların/yapıların insanlık için müşterekliğidir. Değilse kültür her şeye rengini verir ve onun insanlık tarafından kabule şayan kavramlar, düşünceler oluşturabilenleri insanlık için genel geçerleşebilir. Din bunun oluşmasında son derece etkilidir. Modern zaman ideolojileri de makus ve mahdud çerçevesinde bunu söz konusu kıldı, dedim. Hülasa atam dedim tarihi olan ve değişmeye/dönüşmeye tabi hususların bir kavramın varoluşunun esasında olması her zaman o kavramı kaygan bir zemine taşır. Üzerinden mutabık kalınacak çerçeveler bulmayı zorlaştırır. İdeolojiyi mutlaklaştırıp, kültürün belirli dönemlerdeki somutlaşmasını asıl ve öz zannedip, işte budur deyip dayatmak dogmatik otoriterliktir, dedim. Düşünceyi donuklaştırır. İnsanı tarih içinde çıkmaza sokar.

Bunun ötesinde Türkler kurdukları bu yapıyı kendi içinde sembollerle de kültürleri içinde temsil ettiler, dedim. Varlık, bilgi ve ahlak tasavvuru bir medeniyet için sarfı nazar edilemez bir çerçevedir. Bu bakış yahut felsefe medeniyete batınî yani muhteva manasını kazandırır. Zira bunlar yoksa toplum, devlet ve şehir kuru birer kavram olarak kalır. Türklerdeki nedir, dedi. Oğuz Kağan destanından yahut mitolojik malzememizden bunu tespit mümkündür sanki atam, dedim. Türklerin bu tasavvurlarında ok ve yay sembolizmi fevkalade dikkat çeker. Kök Türkler için Tanrı yeridir ve yay gökten gelen kut ile kurulan devleti temsil unsuru olarak varlık tasavvurunda yer alır. Bu bakımdan gökyüzü yay ile temsil edilir. Tanrı yeri ve devlet bu noktadan yay ile anlaşılır ki kendi medeniyet parçalarından birisi varlık tasavvuru içinde kendi otantik bilgi dünyasını kurar. Ok ise bu manada yaya tabi olarak yahut onunla birlikte bir bütün oluşturan millet ve toplumu anlatır. Yapı içerisinde, devlet ve toplum ok ve yay işlevi ve manası içinde birlikte düşünülür. Tasarımımdaki temellerin oluşmasında bu sembolizm ve olgu önemli yer tutuyor, dedim. İşte yay devlet, ok millet olarak varlık anlayışı içine insanı ve onun hayatını koyarken kiriş yani bu ikisini birleştiren zemin olarak coğrafya, mekân, vatan yer alır. Coğrafya şehrin esasını oluşturur. İnsan ve devleti hayat içinde şekillendiren ve onların işe yarar kalmasını sağlayan mekândır. Kiriş yoksa nasıl ok ve yay manasını kaybederse mekân/coğrafya yoksa medeniyet varlığı hükümsüz kalır. Kiriş bir de devletli suçunu infaz aracı olarak adalete de remizdir. Hukuk ve ahlak yoksa bu üçünün varlığı kirişsiz ok ve yay gibi manasız kalır. Buradaki varlığa dair bakış bilgimize de kendi içeriğini böylece kazandırır, diye düşündüm dedi. Tebessüm etti. İşte atam, dedim bunlar üzerinden tasarımım kendi kültürümüz içerisinde olgu zeminin ve kavram dünyasını bulur. Bunlar üzerinden anlaşılıp açıklanabilir geliyor bana dedim. Bu bakımdan atam dedim izniniz olursa bu medeniyet tasarımıma OK-YAY TEORİSİ/NAZARİYESİ adını vermek istiyorum. Modern zamanda kökü mazide olmak söylemini temellendiremeyip güzelleme mevkiinde kalmak en önemli meselelerimizden, kendi ontolojik kaynaklarımızdan beslenip mahsus bir epistemoloji oluşturamamak da buna dair, bu bakımdan bu medeniyet tasarımıma bu adı vermek istiyorum, dedim. Lakin bu bir nokta değil modern zamanda kendimizi düşünme, bilincimize yol açma, kültürümüzü canlandırma noktasında otantik kavram ve nazariye ile varlığa, bilgiye ve ahlaka bakmak yani medeniyeti felsefi temellerinde düşünmek gereğince bir hareket olarak görülmelidir.

Yusuf atam çayını bitirince elini öptürüp, kalktı. Bahar çiçekleri kokan gecede yokuş yukarı gittiğim yolda Yahya Kemal’in Tâ Budin’den Irâk’a, Mısır’a kadar, Fethedilmiş uzak diyarlardan, Vatan üstünde hür esen rüzgâr, Ses götürmüş bütün baharlardan. O dehâ öyle toplamış ki bizi, Yedi yüz yıl süren hikâyemizi, Dinlemiş ihtiyar çınarlardan, mısralarının dilime dolandığını fark ettim. Ve göklerden yere inen bir musiki sadası ile tasarımımı düşündüm; türküler ve şarkılar toplum, devlet ve şehir içindeki biz değil miydik? Yürürken Mûsıkisînde bir taraftan din, Bir taraftan bütün hayat akmış; Her taraftan, Boğaz, o şehrâyin, Mâvi Tunca’yla gür Fırat akmış. Nice seslerle, gök ve yerlerimiz, Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz Bize benzer o kâinat akmış… Bu yaz kemençeyi bir dinledinse Kanlıca’da, Baharda bir gece tanbûru dinle Çamlıca’ da. Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan, Sihirli rüzgâr eser daima bu topraktan, mısralarıyla Yahya Kemal koluma giriverdi. Evet, musikimiz medeniyetimizdi. Onun sesleri de işte bu yüzden medeniyetimize dair idi.

Ok ve yay insanlığın müşterek birer maddi kültür unsuru iken işte böylece Türk kültürü ve hayatı üzerinden kendi çerçevesindeki anlayışlarla bir medeniyet tasavvuru ve tasarımına dönüşerek zihnimde ok-yay teorisine dönüşüvermişti. İşte kültürden medeniyete giden yolda insanlık benzer olgu düzeninde birçok gelişmeyi yaşamadı mı? Ve yaşamaya devam etmiyor mu? İşte burada milli ile beynelmilel olan birleşir ve ayrılır, diye düşünemez miyiz? Oğuz Kağan’ın altın yayı ve gümüş okları bize bir nazariyeyi böylece yeniden anlatıyor olamaz mı?

Vesselam.
Altan Çetin

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir