KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Altan Çetin: Kudüs’te Zamanın Taşları

Altan Çetin: Kudüs’te Zamanın Taşları

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 25 dk okuma süresi
327 0
altan çetin

Kudüs, tarihimizin açısından biz Türkler için, adalet ve “hörmet” ile insanlığa sunduğumuz abideleşen zaman dilimlerini gösteren mefkûre bir mekândır. İsrail dönemindeki durumu göz önüne alarak bir mukayese yaparsak bu gerçek daha açık olarak görülecektir. Bu bakımdan Kudüs ile ilgilenme sebebimiz zulüm ve haksızlığa karşı durmak, teklifimiz adaletse ortada sorgulanacak bir şey yok demektir. Sarp Yokuşu aştığımız yerlerimizdendi Kudüs…

Dinlere ihtiram ve dindarlara huzur veren bir nizam Hz. Ömer ile açılan bir süreçte başladı ve Kudüs’ün Türk asırları boyunca da aynı anlayışla devam etti. 1917 Aralık ayında Türk askeri Kudüs’ten çıktığında Haçlı Seferleri şimdi bitti diyen zihniyet tarih oldu mu? Kudüs’ün taşları ve bugünün mazlumlarının gözyaşları buna şahittir. Yoksa kendisini yenilerek Kudüs kapılarına mı dayandı yeniden…

Medeniyet ve deniyet: mim merhamettir Kudüs’te…

Her medeniyet tarihe kendi üslubunca bir iz bırakır. Bu manada Kudüs tarihin kalbinin attığı mekânlardandır. Tarih burada pek çok hadisenin de şahidi oldu. Özellikle Haçlı Seferleri’nde buranın işgali kanlı ve acılı bir hâl ile bugünü hatırlatan manzaralar ortaya koydu. Bu işgale tanıklık eden Fulcherıus kan donduran manzaraları şöyle aktarır: “Süleyman tapınağının (Aksa cami) çatısından atlayarak kaçmaya çalışan Müslümanların çoğu oklarla vurularak öldürülmüştü. Bu tapınakta yaklaşık on bin Müslüman’ın boynu vuruldu. Burada olsaydınız ayak bilekleriniz katledilenlerin kanlarıyla lekelenebilirdi. Müslümanların hepsi, kadın, çocuk ayırt edilmeden, katledildi. Müslümanların hilelerini keşfeden şövalyelerimiz ve yayalar, Müslümanların yaşarken iğrenç boğazlarından yuttukları, Bizans sikkelerini bağırsaklarından çıkarmak için bunları öldürür öldürmez karınlarını deştiler.

Yine aynı amaçla cesetleri büyük yığınlar halinde toplayıp yakarak küller arasındaki altınları kolaylıkla buldular. Adamlarımız ellerinde yorgun kılıçlarıyla şehrin her yanını dolaşıp hiç kimseyi ayırt etmiyor merhamet dileyenleri bile öldürüyorlardı. Halk sallanan dallardan düşen çürük elmalar ve meşe palamutları gibi hayatlarını kaybediyordu“. Yine katliamın görgü tanıklarından olan Piskopos Raymond d’Agiles’in kahraman fatihlerin(!) yaptıklarını anlatısı ise şöyleydi: “Nihayet, bizimkiler surlarla kuleleri elde etmelerinden sonra, yenilenler arasında inanılmaz bazı hadiselere tanık olduk. Bazılarının cesetleri, kafaları kesilmiş hâlde yerlerde yatıyordu.

Bu durum, gerçekten de kendileri için uğramış olabilecekleri en iyi son idi. Bazıları da, oklardan delik-deşik olmuş bir şekilde can vermiş, kale kulelerinden baş aşağı sarkmakta idiler; bazıları da alevlerden kömürleşmişlerdi. Şehrin sokakları kesilmiş kol ve bacaklarla dolmuştu; yollarda öylesine ceset bolluğu vardı ki, insanın oralardan geçmesi mümkün olmuyordu. Solomon’un tarihi Mabed’inde bizimkiler öylesine kan akıtmışlardı ki, cesetler kızıl bir ummanda yüzüyor, akıntının etkisi ile bir bu yana bir şu yana sürüklenip gidiyorlardı.

Sağda solda yüzen bacaklarla kafalar bazen başka bir cesede yapışıyordu. İğrenç bir karmaşa her yere hâkim olmuştu. O bölgede halkı kılıçtan geçirme görevini üstlenmiş olan askerlerimizin kendileri de, bir süre sonra, parçalanmış cesetlerden etrafa yayılan pis kokuya dayanamaz olmuşlardı“. Bu büyük katliama uğrayanlar sadece Müslümanlar değildi. Şehirdeki Yahudiler de topluca sığındıkları baş sinagoglarında kapıları sürülmek sureti ile ateşe verilerek yakıldılar. Suçları ise Müslümanlara yardım etmeleriydi.

Kudüs’te Selahaddin’in zamanı gelir; şehir, zaman ve mekân değişir. Bu hikâyenin bahsi başka bir fasıldır. Akabinde, Osmanlı asırları ve nihayet I. Dünya Savaşı yıllarının acılı geri çekilişleri.

Kudüs’e giren İngiliz General Allenby bir beyanname yayınlar Kudüs’te. Bu seferki beyannamede 1917 Bağdat işgalindeki gibi İngilizlerin sömürgeci olmadığı, Türklerin kötü idaresi ve Alman oyunlarına karşı Arapları sömüren Türklerden kurtarıcı olarak geldikleri dile getirilmese de “İdaremdeki kuvvetlerin Türkleri bozguna uğratması sonucunda ordum tarafından şehrinizin işgaliyle sonuçlanmıştır. Bundan dolayı, şimdi, burada yönetim şekli olarak sıkıyönetim ilan ediyorum ve bu durum askerî şartlar icap ettirdiği sürece devam edecektir.“ deniyordu. Türk denen İslam’ın aşılamaz yüzü yenilmişti. Allenby savaş günlerinden şanlı ordumuzun müdafaasını “Türkler ürküten, delice bir mücadele gücüne sahip. Savaş kabiliyetlerini tamamen yitirdiler ama hâlâ çarpışmaya devam ediyorlar. Bir avuç Türk’ün siperlerde mahpus olduklarını bile bile ateşi kesmemeleri ve mücadele etmeleri yüzünden zaman kaybediyoruz.” Evet, bir avuç Türk; Asımın nesli çarpışıyordu. Müslüman Türk’e kafayı takan karışık zihinlere ithaf olunur. Akif merhumun mısrasıyla; “Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!“.

Haçlı Seferleri’nin üzerinden asırlar geçmiş, Avrupalı aydınlandı! Ama süregiden iddiasından vazgeçmedi. Değil mi? 11 Aralık 1917’de Kudüs’e giren İngiliz Orgeneral Allenby Selahaddin Eyyubi’nin mezarına vurarak; “Kalk Selahaddin biz yine geldik“ şeklinde bir konuşma yaparken de muhtemelen farklı bir psikoloji içinde değildi. Fransız Generali Giraud, 1920 tarihindeki Meyselun Savaşı’nın ardından Şam’da Selâhaddin’in kabrini Haçlı ruhunu göstererek; “Ey Selâhaddin! Dinle biz döndük” derken ve Osman Gazi’nin sandukasını tekmeleyen Yunanlı komutan Sofokles hangi tarihi geçmişin güncel örnekleriydiler demeden edemiyor insan. Fransa Dış İşleri Bakanı Gueant, “Cumhurbaşkanımızla ilgili yapılan eleştirilerle ilgili olarak şunu söylemek istiyorum. Şu an herkes, Sarkozy’nin orada olduğuna şükrediyor. Herkes televizyonlardan Kaddafi’nin yaptığı katliamı izlemeye hazırlanıyordu. Tanrıya şükür ki Cumhurbaşkanımız, Haçlı Seferi’nin önderliğini yaparak önce BM’yi, ardından da Arap Birliği ve Afrika Birliği’ni harekete geçirdi.“ sözleriyle Haçlı kavramını daha dün denilecek kadar kısa bir vakitte kullandı. Bugün Kudüs’te var olan İsrail ve onun tarihi hatta mitolojik emelleri bu tarihsel aktüalitenin diğer bir yönü olarak görülmelidir.

“Altı yüz bin can gider; milyonla iman eksilir;
Kimseler görmez! Gören sersem de Allah’tan bilir!“ Der Akifimiz…

Hz. Ömer’in Kudüs’e giriş resmi ile bunları kıyasladığınızda hürmet, merhamet ve hizmet medeniyetinin mümessilleri ile diğerleri arasındaki farkı tarih bize böyle gösteriyor. Türkler nasıl bir mesuliyet davasının müntesibi olarak hayatı Hakk’a uydurma çabasında iseler, başka tarihi vizyonlarının müntesipleri de kendi tarihlerinin süvarisi olarak yoldalar.
Kudüs’ten öğrendiklerimizden biri de budur; Akif’in gönlünce, “Bir, neyiz? Seyreyle artık; bir de fikr et, neymişiz?“.
Selahaddin’le Bitmeyen Hesap

Haçlı kelimesi olgu olarak, doğu ve batıda sihirli tesire sahip bir kavramdır. Çoğunlukla ideolojik kalıplar içinde okunduğu için, bu seferlerin gerçekliğini karanlıkta bir fili algılayanlar feraseti düzeyinde anlayabiliyoruz. Haçlı Seferlerini kutsayan bir batılı için bu seferler bir reconquista yani Müslümanlar tarafından işgal edilen Hristiyan topraklarının geri alınmasıyken bir Müslüman için din ve vatan savunmasıdır. İlk zamanlar sadece Kudüs’ü hedefleyen bu hareket daha sonra kutsal maksatlı hatta modern zamanın seküler ruhu içinde özgürlük ve demokrasi adına yapılan operasyonlara bile ad oldu. Hâlbuki zamanın ruhunu ve tarihi gerçekliği öncelikle otantik ve hatta Haçlı tarafındaki kaynaklardan görmek gerekir. Haçlıları Türklere karşı doğuya çağıran Bizans imparatorunun kızı Anna Komnena’nın “Kutsal Mezarı kurtarmak için Türklere karşı savaşa gidiyorlarmış gibi yaparak, arazilerini satmışlardı [aslında] kendileri için kılıç zoruyla yeni araziler, mülkler zapt etmek derdindeydiler“ tespitleri ile bu kutsal geri alma seferinin ruhunu ortaya döker. Hele 4. Haçlı seferinde yaşanan rezaletler Haçlı ruhunun ne olduğunu tüm çıplaklığı ile ortaya koydu. Dün kutsal bugün demokrasi, kavram değişse de araziler ve zenginliklere dair iştiha hiç eksilmedi.
Modern zamanda Ortadoğu’da veya Avrupa’da herhangi bir yerde Haçlı Seferlerini okuyan bir genç zihin, bu seferlerin tarihini bir “olay“ hâlinde okuduğunda sıradan tarihi bilgi sahibi olmanın ötesinde kendi eylem dünyasına dair bir referans, olgu ve hareketine düşünce zemini oluşturacak bir zihniyete sahip olabilir. Buradan bakış açısını kendi içinde yetiştiği kültür dünyasına dair olması mümkünken, yabancılaşmış bir algıyla eleştirel bir yoruma da ulaştırması mümkündür. Bu olaylara dair değişik dillerdeki kaynaklardan, telif eserlere, romanlara ve çekilen filmlere kadar pek çok bilgi kaynağı ve bakış açısının oluşturduğu zemin bu olayları başlı başına bir fenomen hâline getirir. Tarihin kendisi haber verir ama bazı olguları inşa edici olabilir. Bu bakımdan millî bir akıl kendi metafizik kavramları ve tarih döngüsü içinde bakmayı öğrenerek hadiselere bakmalıdır. Kimi zaman, “Ey doğunun alnımı serinleten rüzgarı! Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay! Arzularım bir oktur, aşar ulu dağları.“ diyen Atsız’ın dileğine kulak vermek gerekir. Doğudan Batıya elinde hilal ile taşıp gelen ecdadımızın ulu dağlar aşan oklarının karşısına çıkan salibi düşünürken kendilik bilincinde olmak gerekir.

Modern zamanlarda Batı, türlü sebeplerle Haçlıları yeniden keşfeder. Walter Scott’un 1825’te yayınlanan The Talisman, Joseph François Michaud’un 1812-1822 arasında yayınlanan Histoire des croisades benzeri eserleri sekülerleşen modern Batının bu seferler üzerinden siyasî, sosyal ve ekonomik açıdan kendisini şekillendirmesinin ötesinde romantik bir bakış açısıyla bu seferleri gündeme getirmiştir. 1830’de Fransızlar Cezayir’i işgal edişi IX. Louis’in Tunus’a 1270’de düzenlediği son Haçlı seferi gibi resmedilmişti. Haçlı seferleri modern Batı milliyetçiliği ve emperyalizmi açısından referans olaylardan biri oldu. Haçlı Seferleri, Fransız Devrimi çağında Fransızların bu seferler üzerinden kendilerini Avrupa’nın doğal lideri olarak görmelerine sağladı. Almanlar için Fredrick Barbarossa, İngilizler için Richard, Belçikalılar için Godfrey of Bouillon gibi şahsiyetler düzenledikleri koloni faaliyetlerinin övünülen tarihî öncülü oldular. İngilizler Kudüs’e girdiğinde Punch dergisi İngiliz Kralı Richard’ın karikatürünü yaparak “Sonunda hayalim gerçek oldu“ sözünü altına iliştiriyorlardı. Fransız komutan Henri Gouraud Suriye’nin yönetimini ele aldığında “Kalk Salahaddin, geri döndük“ diyordu. Nihayet 11 Eylül 2001 sürecinde kavramın yeniden ortaya atıldığı, Haçlı seferlerine dair yeni çalışmaların ortaya çıktığı ve Cennetin Krallığı (2005) gibi filmlerin çekildiği Thomas F. Madden’in A Concise History of the Crusades adlı eserin bu seferlerin Batıdaki etkilerine dair batılı bir kalemin tespitleri olarak dikkat çeker. Burada Anna Komnena’dan modern bir tarihçiye süreci okuyucunun muhakemesine bırakmak en doğrusudur. Fransız komutanın Selahaddin’in mezarından ne istediği ise düşünülesi bir sorudur.

Haçlı olgusu, görüleceği üzere sıradan bir tarih olmanın ötesinde bir etkiye sahiptir. Bu bakımdan olay, olgu, zihniyet bağlamında milliyetçiliğin üstüne inşa edildiği bir arka planı, emperyalist amaçların zemini ve nihayet aktüel siyasî operasyonların meşruiyet söylemi olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan Türk-İslam dünyasının Haçlılar karşısından verdiği uzun vadeli mücadeleyi incelerken seferlerin bu inşa edici yapısının müellifler ve okuyucular tarafından dikkate alınması zarureti vardır. Haçlı Seferleri, İslam dünyasına mensup milletlerden birisi ve özellikler Türkler için bir vatan savunması, din müdafaası ve nihayet modern zamanda sömürgeci varlıklarıyla yeniden var olan Batılılara karşı bir özgürlük idealinin ve bunun sembolü olan Kudüs’ün savunulması ve geri alınması meselesini söz konusu kılar. Burada ifadesi acilen gereken bir konu ise bu seferlerin bir muarefe ve kültür iletişimi meselesi olarak görülmesinin modern yanılgılardan olacağıdır. Böyle bir şey olduysa da bu zamanın medeniyet coğrafyası olan İslam medeniyetinin devrin üçüncü dünyası Batıya büyük medeniyet döngüsünde, Endülüs ile birlikte yaptığı büyük katkıdan bahsedilebilir. Bu konudaki değişik dillerdeki kaynaklar ve telif eserlerin bu açıdan, doğal olarak, bir perspektif taşıdığı unutulmamalıdır. I. Kılıçarslan’dan, Selahaddin Eyyûbî’ye, Sultan Baybars’a kadar büyük mücadelenin Türk-İslam kahramanlarının idraklere söyleyeceği çok şey olduğu muhakkaktır. Selahaddin ile hesabınsa bitmediği kesindir. Batılıyı, burada hayran edip aynı zamanda kahreden, yenilgiden ziyade adalet, merhamet ve faziletin aciz bırakan gücüdür.
Güç düşmanın bileği kadar yüreğini de bükebilmektir kimi zaman…
Tarihin parladığı “an”: Kudüs

Tarihin müstesna “an“ları aklımızın idrak çiçeklerini dölleyen bir arı gibi etrafımızda uçuşuyor. Bu cümleden Kudüs, dini manası ve tarihi süreci ile kurucu döngümüzü ve metafizik ilkemizi anlatır bize. Kudüs, bu bakımdan dirilten “an“larımızın anılarıyla şahsiyetimizi tahkim eden bir köşe başıdır. Onun taşlarının mazmununu okuyabilen ve duyabilenler için mazinin esintisinde, bilgiyi şuur ve idrake çeviren ruhun rüzgârı, bilincin çiçeklerini açtırır. Walter Benjamin’in tespitiyle, “geçmiş, kendisini kurtuluşa yönelten gizli bir dizini de beraberinde taşır. Zaten bizden ön­cekilerin içinde yaşadıkları havadan hafif bir esintiyi biz de duyumsamaz mıyız? Kulak verdiğimiz sesler içerisinde, artık sus­muş olanların yankısı da yok mudur?“ (Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine, Çeviren: Ahmet Cemal, Pasajlar). Kudüs’te Hz. Muhammed’in, Hz. Ömer’in, Selahaddin’in, Sultan Baybars’ın, Yavuz’un, Kanuni’nin artık susmuş sesinin yankısı yok mu? Geçmişin bu efsunlu hâliyle duyumsadığımız esintiler ve duyulan yankılar bizi Kudüs’e dair kılarak dirilişe davet etmez mi? Kudüs burada kökene dair ana temalardan biri olur. Şahsiyetin tahkim edildiği bir yer olur. Nureddin Mahmud Zengî’nin Kudüs için yaptırdığı minber, onu şehre yerleştiren Selahaddin ve onu 1965’te yakan radikali, şüphesiz bu şehre dair kılan değerler vardı.

Bu davete icabetimizle, ahdimize vefa göstermiş, varlık sebebimizin tahakkukuna ve beklendiğimiz mefkûrenin, kızıl elmamızın esasına mutabık kalmış oluruz. Benjamin “geçmiş kuşaklarla bizimkisi arasında gizli bir anlaşma var demektir. O zaman demektir ki, bizler bu dün­yada beklenmişiz.“ derken geçmişle gelecek arasında özden kurulacak bu bilgi, düşünme ve anlama ilişkisinde doğru bir yer tutmuşuz demektir. Kudüs meselesi bu bakımdan Müslüman idraki için İsrail ile başlayan ve sadece o şartlara müsteniden kurulu bir akıl değildir. Hz. Ömer’in adı ve emannamesindekiler, aralarında gizli bir antlaşma varmışçasına nasıl Selahaddin Eyyubî’nin fermanında zikrediliyorsa, aynı şekilde Yavuz Sultan Selim, önceki ikisini nasıl Kudüs emannamesine koyduysa geçmişin birleştirici havasıyla birleşen zihinler geleceğe de bu birlik ve süreklilik mirası bırakmışlardır. Kudüs şekli bir nakilcilikten esasa dairleşerek Benjamin’in tabiri ile “yaşanmış anlarından her biri, gündemdeki bir alıntıya dönüşmüş“ olmasıyla bizi var eder. Kudüs bu zaviyeden süreçte birleşen “an“larıyla bizi sonsuza ulaştıran mana kaynaklarından biri olarak görülebilir. Tam bu noktada, Kudüs’te yaşanan sıkıntılara duyarsızlık, geçmişin esintilerini duyumsamadığımızın, seslerini duyamaz olduğumuzun ve geçmişle aramızdaki ahdi bozup beklendiğimiz yer ve sebebin uzağına düştüğümüzün bir göstergesi olacaktır. Kudüs bize süreci ve sürece dair esaslarımızı hatırlatan bir pusula mekândır. İngiliz ve Fransız Generallerin Kudüs’te Selahaddin’in mezarı ile kavgaları şüphesiz onları var eden metafizik kökenin sürecine dair yaşananların bir sonucu olmalıdır.

Tektipleştirmek eğilimi çoğulculuğu, başta ülkemiz olmak üzere her yerde pazarlayanlar için Filistin’de nedense anlamını yitiriveriyor, ama ve fakatlar başlıyor. Foucault’un “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir.“ sözüyle bu duruma şaşırıp kalmak kâfi olacaktır! İslam-Türk çağlarında Kudüs’te herkes kendisine benziyordu.

Geçmişin aydınlanmış ve parlayan “an“larının diriltici esaslarına ulaşmak bir anda Hz. Ömer ile göz göze gelmek, Selahaddin ile diz dize oturmak, Baybars’ın elinden bir an tutuvermek, Fatih Sultan Mehmed’le, Yavuz’la bir noktada, bir yerde buluşuvermektir ve bu bize geçmeyen geçmişin/kadimin o diriltici havasını ulaştıracaktır. Benjamin’in “tıpkı çiçeklerin başlarını güneşe çevirmele­ri gibi, geçmiş de, gizli bir güneşe yönelimin etkisiyle, tarihin göklerinde bugün yükselmekte olan güneşe dönmek çabasındadır… Geçmiş, ancak göze göründüğü o an, bir daha asla geri gelmemek üzere, bir an için parıldadığında, bir görüntü olarak yakalanabilir.“ yaklaşımıyla Kudüs’e yöneliş bugün dirilmesini istediğimizle tarih üzerinden bağ kurmak olacaktır.

“Osmanlı devirleri geçti…“ diyen zihnin, geçmeyen geçmişin esintileri ve seslerinin var olduğu bezmi idrakten çok uzak, çok pejoratif bir yerden meseleye bakarak konuştuğu aşikârdır. Tam burada Foucault’un “söylediklerinin sadece doğru olmasına değil, konuştuğun kimsenin bu doğruya katlanabilecek olmasına da dikkat et“ sözleri burada iğnenin de çuvaldızın da doğru yere batmırılmasının gerektiğini ihtar ediyor. Değerlerle var olan bir şehri devirlerle ölçmeye kalkmak metre ile su ölmeye benzer.

Kudüs’ü bilmek, onun geçmişini tarihsel olarak dile getirmek, o geçmişi “gerçekte nasıl olduysa, öyle“ bilmek değildir. Buna karşılık, bir tehlike anında parlayıverdiği konumuyla, bir anıyla Kudüs’ü ele geçirmek demektir. “Geçmişteki umut kıvılcımını körükleyerek tutuşturma yeteneği, yalnızca geçmişi özümsemiş tarihçide bulunabilir“ diyen W. Benjamin’den yola çıkarak kurulan bu cümle Kudüs’ün bizim için hazan olduğu zamanlar kadar parlayıveren ışıklı günlerin de mekânı olduğunu düşündürmelidir. Hz. Peygamber’in Kudüs’ü, Hz. Ömer, Selahaddin’in şehre girişindeki üslup ve adalet, İbrahim Halillulah yaklaşımıyla şehri yönetmek bizim açımızdan parlayan “an“ların bir kaçıdır. Kudüs’ü bir diriliş hikâyesi yapacak şey siyonist devrin acılarının arasındaki mahrumiyetin ötesinde, bu şehri insanlığımıza/şahsiyetimize kılavuz yapacak tecrübemizin elinde tutup geleceğe bakabilme erdemini bizde oluşturabilmesindedir. Kudüs ideolojik bir yakıttan çok öte varoluşsal bir zemindir. “An“ı “an“lamak ve “an“latmak fikri tefekküre dönüştürüp yerimizi bulmak demektir.

Tarih metafiziğimizin unsurları açısından, mutlaklaştırmamak kaydıyla, Mekke, Medine kökene, Şam, Bağdad, Kahire, İstanbul, Semerkand, Buhara, Sarabosna vb. süreçteki gelişmeye, Kudüs ise amaca tekabül eder. Bu yazı Kudüs’e dair sorunları çözmez belki ama Kudüs’te zamanın taşları ile bir hasbihal olarak suskunlara belki bir naçiz ses olur. Bu arada Selahaddin beklemekle gelmez

Altan Çetin

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir