Prof. Dr. Fuat Köprülü modern zamanlarda ilmi tarihçiliğimizin ilk yüz aklarından. Görüleceği üzere o asrını müdrik bir müverrihtir. Ancak burada daha öncede zikrettiğimiz İbn Haldun’dan bir alıntıyı önemine ve yeri gelmiş olmasına binaen tekrar vermek iktiza etmektedir. Zira yukarıda görüleceği üzere Köprülü hocanın duruşundaki en önemli hususlardan birisi geçmiş tarihçilere yöneltilen tenkittir. “İslâm çağı tarihçilerinin büyükleri, geçmiş gün ve asırların haberlerini topladılar, bu haberleri eserlerinde andılar ve bunları bize emanet bıraktılar. Sonradan gelen tufeyliler bu bilgi ve haberleri, batıldan ibaret yalan haberlerle karıştırdılar; bunlar bu batıl nesneleri ya doğru sandılar veya kendileri uydurdular. Zayıf ve esası olmayan rivayetleri eserlerinde derc ve tasvir ettiler. Sonradan gelenlerin çoğu bunların eserlerini kendileri için örnek edinerek onların yolunu tuttular. Bu yanlış rivayetleri nasıl işittilerse bize o şekilde naklettiler. Olayların ve hallerin sebeplerini düşünmediler ve bir kaideye riayet etmediler. Bunlar vehimve hata çöllerinde yollarını kaybettiler.( İbn Haldun, Veliyy ed-Dîn Abdurrahman b. Muhammed el-Hadramî el-Magribî, Mukaddime, c.I, (Ter. Zakir Kadiri Ugan), İstanbul, 1990, s.5, s.19.) Görüleceği üzere zaman ve zemin değişse de bazı daimi duruşlar aynıyla tekerrür eder gibidir. Fuat Köprülü’nün selefine eleştirileri ondan asırlar önce İbn Haldun tarafından seleflerine yöneltilmiştir. Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün tarihçiliği doğu ile batının kesiştiği yerde hala anlaşılmayı bekleyen mitolojik bir hal olarak anlaşılmayı beklemektedir. İdeolojik kalıplar aramaya alışkın tembel zihinlerimiz böylesine büyük zihinlerin öylesine küçük terazilerde tartılamayacağını anladığı gün yol almaya başlayacaktır. İbn Haldun’dan Annales’e bir fikir düzleminin bir tarihçide nasıl ortaya çıktığı meselesi bilahare üzerinde durulacak olan bir konudur. Daha önce Haldunname adlı eserimizde ele aldığımız bu konuyu Yeni Söz okuru ile paylaşarak yeniden gündeme getirip dikkat çekmek sadedinde bu yazı ile Köprülü ve tarihçiliğimiz başlığına bakmayı diliyoruz.
Fuat Köprülü Akif’in tabiri ile tarihçiliğimize asrın idrakini getiren ve asrın idraki ile tarihimizi ilmin usulleri ile değerlendiren bir büyük zihindir. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu kitabı masallar, efsaneler arasında sıkışan Osmanlı’nın Kuruluşunu idrak edilir bir sahaya taşımış idi. Onun bu asrın idrakine intikali ve onunla alakası noktasında bu büyük tarihçiyi anlamak için onun gelenekle İbn Haldun ve modern zamanlar ile Annales çizgisindeki içeriğini düşünmek faydalı olacaktır. Hoca bu yönüyle henüz çok düşünülmedi… Bu yol zaman içinde Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık tarafından da izlenecek ve Türk tarihçiliği kendi mecrasında şekillenecektir.
Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün bu yoldaki görüşleri büyük oranda Edebiyat Araştırmaları adlı eserinin usule dair girişteki kısmında yer almaktadır. Bu eser tabir-i caizse hocanın ahir ömrü denilecek senelere tesadüf eden bir zamanda neşredildiğinden buradaki fikirleri olgun çağının son meyveleri olarak görmek kabildir. Hocanın fikirlerini ortaya koymaya ve Annales ile olan bağı ya da tenasübünü tahlile onun tarih nedir sorusuna verdiği cevapla başlamak münasiptir; zira tanımlamak o şeyin ne olduğuna dair tasarımı da ortaya koymaktır. “Tarih, geniş mânasiyle, mâzîde cereyan eden bütün işlerin ve vak’aların hey’et-i mecmuasıdır. İnsanlık fikir ve faaliyetlerinin tezâhüratı demek olan tarihi, bazıları yalnız devletlerin karşılıklı teşkilât ve münasebetlerine inhisar ettirmek isterler. Vak’aları olduğu gibi nakil ve hikâye taraftarı olanların ileri sürdükleri bu fikir, tarihi, bir ilim şekil ve heyetinde tanzim etmek isteyenlerce asla kabule şayan olamaz… Bugünkü tarih, insan topluluklarının devamlı inkişaflarını, şimdiye kadar olduğu gibi yalnız büyük adamların –hükümdarların, vezirlerin, kumandanların, âlim ve mütefekkirlerin, mucitlerin- şahsiyetlerinde değil, müşterek izleri geçmişin kalıntıları üzerinde henüz hissedilen ve görülen halk kitlesinde de arıyor; bu suretle asırlardan beri işlemiş olduğu hatayı anlamış oluyor… Memleketimizde tarih, hala muharebe ve zafer hikâyeleri, hükümdar ve vezirler menkabeleri, müsaleha-nameler akdi, isyan ve ihtilal vakaları, ricalin katil ve idamı gibi telakki olunuyor; hâlbuki bunlar daha ziyade müstesna ve hakiki kıymetten mahrum şeylerdir.(Fuat Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, Ankara, 1999, s. 6,7.)” Görüleceği üzere Annales ekolünün önemli umdelerinden olan tarihi anlatının belirli bir sınıfa inhisar etmemesi ve geçmiş tahkiyenin tenkidi meselesi burada açıkça görülmektedir. Köprülü o engin karihasıyla Annales’in esaslarını o güzel Türkçesi ile yoğurarak Türk münevverinin idrakine sunmaya böyle başlar. O elbette bir mukallid değildi; asrını idrak etmiş ve milletin önünü aydınlatan bir deniz feneri idi. Artık tarih klasik alanının dışında tüm hayatı kucaklayan, belli tanımlanmış problemleri bulunan ve uzun bir sürecin heyet-i mecmuasını inceleyen bir ilimdir.
Köprülü hoca bu yolda düşünmeye devam ederken tarihin alanının bu denli genişlemesinin tabii bir sonucu olan kaynak mefhumunun ve türlü disiplinlerin tarih incelemelerine dâhil edilmesi gereğini ifade ile yola devam eder. “Tarihçi yalnız umumi ve resmi vesikaları değil, her türlü hususi vesikaları, mektupları ve muharreratı, sicilleri, Defter-i hakani kayıtlarını, sanat eserlerini tedkikten geçirmeğe mecburdur. (Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, s.7)” Köprülü başka bir yerde bu kaynak mevzuunda şunları söylemiştir: “Bugün artık bütün dünyaya yayılmış bulunan yeni ve geniş tarih telakkilerine göre, XII-XIV. Asırlarda Anadolu Türk cemiyetinin dini, fikri, bedii, iktisadi, hukuki cephelerini aydınlatmağa yarayacak sair bir takım edebi eserler de, tarihi kaynak hizmetini görmek bakımından, mesela vekayinamelerden, vakfiyelerden, kitabelerden, sikkelerden daha az kıymetli değildir; hatta hadiselerin dış görünüşlerini değil, asıl iç mahiyetlerini arızî ve tesadüfî vakıaları değil, o imkânları yaratan daimi âmilleri anlamak hususunda, bunların ehemmiyeti, belki birincilerden (vekayiname, resmi vesikalar vb.) daha üstündür.( Fuat Köprülü, “Anadolu Selçuklu Tarihi’nin Yerli Kaynakları”, Belleten, VII, 1943, s.387.)” Tüm bunları ortaya koymakla Köprülü hoca kendi ifadeleri ile mealen bugünkü tarih telakkisi’nin çok geniş ve terkibi bir mahiyet aldığını anlatmayı ve tarihi kaynak mefhumunun da artık çok genişlemiş olduğunu ve eski tarihçilerin hiç ehemmiyet vermedikleri birtakım şeylerin de tarihi kaynak olarak gösterilebileceğini ortaya koymayı hedeflemektedir. Ayrıca O, “Müverrih/tarihçi, geçmişe ait vak’aların nakl ve yaşatmak istediği cemiyetin, evvela ırk âmilleri, fizikî ve coğrafi çevresinin teşekkülünde yer alan âmilleri, siyasi kuvvetinin saha ve nüfuzunu, aile iktisadiyatını, halk hayat ve teşkilatını, bu teşkilatın resmi iktisat ile münasebetlerini, mülkiyet şeklini, ziraat, ticaret, sanayi, lisan ve edebiyatını, dini, ilmi tekâmülünü, komşu kavimlerle maddi ve manevi münasebetlerinin derecesini vazıh hatlarla göstermelidir. Eski devirler hakkında tarihi eserler bırakmış ve zamanlarındaki vesikaların, ancak kendi keyif ve heveslerine uygun gördüklerini kullanmış olan eski tarihçilerimiz, içtimai bir topluluğun asıl hakiki ve tabii hayatını teşkil eden unsurları hiç fark etmemişlerdir… Tarihin afakilik (objektivite)’i hakkında şiddetli davranmayarak, bilakis onu kendi mahiyetiyle mütenasip bir ilim haline getirmeğe çalışanlar, yani tarihte cemiyet mefhumunu kabul ve kullanmaktan çekinmeyenler ise, bu hudur tahdidi meselesine şiddetle aleyhindedirler. Mornet’in dediği gibi, müverrihin gayesi: Kaybolmuş medeniyetleri umumi manzarasıyla, tabii hayat şekli ile, münferit ve müstesna vakaların ehemmiyetini hakiki derecesine indirerek, yaşatmaktır. Bu görüş noktasından, beşeri ve içtimai ilimler, hukuk, ahlak, siyaset, lisan, edebiyat, güzel sanatlar, felsefe, din, bu suretle yeniliğe mazhar oluyor; hatta beşeri coğrafya da tarihe yardımcı ilimler arasına giriyor. Bu geniş telakkiye göre, maziye ait vakalardan hiçbir şey kalmıyor ki tarihin tedkik dairesine girmesin.( Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, s. 7,9. )” Köprülü kaynak genişliği yanında görüleceği gibi Annales denilince akla gelen iki hususu da açıkça ortaya koymaktadır; pek çok disiplinde istifade ile bir tarih yazımı ve sosyalin tarihini yazmak. Yukarıda saydığı bilimler antropoloji, coğrafya, iktisat, sosyoloji ve edebiyat gibi Annales’in üzerinde tarihin yanında yer almasında ısrar ettiği bilim dallarına yapılan bir atıftır. Ama bu öyle ustaca ve bize göre yapılmaktadır ki bünyeye uyumlu bir aşı gibi sunulmaktadır. Artık tarihin kaynakları, konusu ve müşterek çalıştığı disiplinler genişlemiş ve bu müdrik bir kariha tarafından dilimizde ne veciz ifadesini bulmuştur.
“Yeni tarihçilerin tarihe ilmi bir mahiyet vermek için dikkate aldıkları diğer bir mesele de, cemiyetlerin inkişaf tarihlerinde ani hareketlerin değil, tedrici bir değişmenin hüküm sürmesidir; yani bu suretle tabiî ilimler sahasında hâkim olan tekâmül mefhumu, tarihe de nüfuz etmiş oluyor… Tarihi tedkiklerin bugün takip ettiği yol, artık vazıh surette gösteriyor ki, müverrihler hadiselerin teselsülüne kanaat getirmiş ve içtimai topluluğun tekâmül kanununa tebaan muhtelif intikal devreleri geçirdiğine inanmışlardır; fikir ve müesseselerin, inançların, adetlerin, cereyan eden devirler arasındaki birbirini takip eden tekâmül (transformisme) ve istihaleleri mahsus rabıtalarla pek kolay anlaşılıyor(Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, s.9–10).” Annales ekolünün en önemli özelliklerinden birisi bahsedildiği üzere tarihi uzun süreçler içinde incelemeye almasıdır. Ayrıca sosyalin pozitivist bir nazarla ele alınması da bu ekolun dikkat çeken yönlerindendir. Köprülü’nün yukarıdaki alıntısı bu konuya açıkça ortaya koyar niteliktedir.
Goethe “Tarih araştırıcısı için tarihle efsanenin yan yana olduğu nokta son derece çekicidir (Wolfgang von Goethe, Goethe Der ki…, (Çev. ve Derleme Gürsel Aytaç), Ankara, 2010, s. 90)” der. Gerçektende tarih ile efsane eğer yoluna yordamına erkânına göre tetkik edilmediğinden tarih bir anda varoluşunu gerçekliğin kollarından efsanenin labirentlerine bırakıvermektedir. Bu durumda da tarih etkinliği arttıran bir bilgi kaynağı olmaktan çıkıp hayatı yozlaştıran bir araca dönüşmektedir. Bu nedenle tarihini ve tarihçinin gerçekçi ve esaslı tetkiki ve tenkidi tarihin doğru anlaşılması ve tasarlanması bakımından hayatidir. Tarihin ve tarihçinin soyut teorisinden “modern” zamanların Türk tarihçiliğine yön veren ana damar olan Fuat Köprülü’ye temas ile artık tarihçilik usulünde soyut yaklaşımlardan somut ve tatbiki tarafa da geçmiş oluyoruz. Anlatılanların soyut birer deneme olmanın ötesinde tatbiki bir yanı olduğu bir yönüyle Köprülü’de somutlaşmaktadır. Tarihi maduniyetten kurtaracak yolda var edici tarihçinin kimliğinin somut takdimi ile Annales çerçevesi ve Türk tarihçiliğinin deniz fenerlerinden birisi ortaya konulmuş olmaktadır. Burada yapılması gereken soyut eşleştirmeler yanında bu büyük tarihçinin usulü nasıl uyguladığını da göstererek tarihçi aklına yol açmaktır. Aleti kullanmaya bilmeyenlere yıllarca o aletin anlatılmasının hiçbir faydası yoktur. Zaman idrak ve hareket zamanıdır.
Büyük düşünceler ancak büyük sistemlerin gölgesinde doğar veya büyük düşünmek var oluşu büyük sistemlerle ifade etmeye bağlıdır. Prof. Dr. Fuat Köprülü bu yolda önümüzde ciddi bir yol gösterici olarak durmaktadır. Köprülü’nün teorik planda Annales çerçevesinde ifadesini bulan terminolojisinin kendine özgülüğünü anlamak için en iyi yol uygulama alanı olan çalışmalarına bakmaktır. Şüphesiz onun İbn Haldun ve Annales arasındaki çizgisinde nasıl bir büyük zihin ve müdrik akıl olduğunu görmek noktasında bu usul bize yardımcı olacaktır. Bu noktada ele alınabilecek en münasip eserlerden birisi “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” başlıklı olanıdır. Bu çalışmada Köprülü bir monografi sunma ötesinde bir tenkit ve cevap yöntemi ortaya koyar. Burada onun öncelikle konuyu takdimde uyguladığı usul gerçekten dikkate şayandır. Ama ne yazık ki Köprülü şimdiye kadar içi açılmamış bir şöhret kutusu olarak kaldığından metodolojik olarak tarihçiliğimize yapacağı katkı hep yaldızlı bir şöhretin ve cilalı birkaç sözün ötesine geçemeyen muhtevada ve satıhta kalmıştır. Kadim bir akılla moderne nasıl cevap verileceği veya asrın idrakine geleneğin nasıl anlatılacağı ve yeni terkipler ile zamanda nasıl var olunacağı konusunda çok veciz bir örnekle karşı karşıya bulunduğumuz hemen ifade edilmelidir. Bir cevap vermenin ötesinde ve daha önemlisi tarih alanında metodolojik düşünmeyi öğrenmek noktasında gerçek bir yol işareti mesabesindeki bu sistematik gerçekten incelenmeğe değerdir. Prof. Dr. Osman Turan’ın Köprülü’nün tenkitte geldiği noktayı ortaya koyan şu görüşleri bu bahsin daha da vuzuh kazanması bakımından son derece önemli olacaktır: “Fuad Köprülü’nün ilmî tenkitleri çok kudretli olduğu nispette de sert idi. Efrâdını cami ve ağyârını mani vasıfta bu tenkitlere uğrayan, yerli-yabancı, âlimler onun zekâsı, ilmî görüş ve metotları (silahları) karşısında ciddi bir mukabelede bulunamaz ve aciz kalırlardı. Zaten onun en kuvvetli tarafı da ilmî tenkidleri değil mi idi? Bu sayededir ki, F. Köprülü millî tarih hakkında Avrupa’da ve Türkiye’de ileri sürülmüş ve hatta asırlarca yerleşmiş pek çok yanlış tez ve görüşleri yıkmıştır. Bu suretle O, Türk tarihi sahasında yeni ufuklar açmış, yeni meseleler vaz’ ve halletmiştir.(Osman Turan, “Türk İlmi’nin Abidesi: Prof. Fuad Köprülü”, Makaleler, (Haz. Altan Çetin-Bilal Koç), Ankara, 2010, s.702.)“
Fuat Köprülü Osmanlı Müesseselerinin Bizans’tan alındığına dair tarihçilerini fikirlerini ele alırken öncelikle bunların esas ve usul yönünden bir tenkidini yapmaktadır. Burada şu soruyu sorar: “O halde bütün bu derin meçhullere rağmen, Bizans müesseselerinin İstanbul fethinden sonra Osmanlılar tarafından alınmış olduğunu iddia edenlerin dayanakları nedir? Ve acaba ne gibi muhakeme ve istidlallerle neticeye varıyorlar(Fuat Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, Ankara, 2004, s.37)”. Burada görüldüğü üzere Köprülü’nün, İbn Haldun’un haberlere yalan karışmasının sebeplerini irdelediği o tenkitçi bakış açısıyla konuya yaklaştığını görüyoruz. Bu şahıslar neye dayanıyorlar ve neyle düşünüyorlar? Cevapsa İbn Haldun’un tenkitleri ile mutabık düşmektedir. “Bu iki sualin cevabını vermek güç değildir. Önce, XIV. Yüzyıl Osmanlı Tarihinin henüz pek meçhul olması ve işte bu derin meçhullük sebebiyle bu hususta geniş tarihçi muhitinde ananenin sürükleyip getirdiği birçok yanlış fikirlerin hüküm sürmekte bulunması, onları serbest istidlallere sevk ediyor. Diğer taraftan, Türk tarihine ait diğer birçok meselelerde olduğu gibi, bu meselede de Avrupa tarihçilerini yanlış neticelere götüren en büyük amil, onların Türkler hakkında besledikleri yanlış fikir (préjugé)’lerdir… Müspet vakıaların tahlil ve inşasından değil, yukarıda zikrettiğimiz “mütekaddim fikirler”: (les idées préconçues)den ve mücerret mantıktan doğan bu istidlallerin tarzını da kolayca tayin edebiliriz(Köprülü, Bizans Müesseselerinin, s. 38, 39)” “Fakat bütün bu gibi tetkiklerde, bilhassa bahis mevzumuz olan “müesseselerin iktibas ve taklidi” gibi ince ve pek muğlak meselelerde, tarihi usulün bütün icaplarına –eldeki vesikaların verdiği imkan nispetinde- uymak zaruridir. Yoksa Rambaud”nun ve takipçilerinin yaptığı gibi dış görünüşteki birkaç benzerliğe dayanarak onların tarihi vakıalara ne derece uyabileceğini hiç düşünmeden umumi hükümler çıkarmak, asla ilmi bir hareket sayılamaz. Sosyal müesseselerin bir kavimden diğerine, bir medeniyet dairesinden diğer bir medeniyet dairesine nasıl geçtiğini, sosyal bir müessesenin bir kavim için ifade ettiği manayı diğer bir kavme geçince nasıl değiştiriverdiğini araştırmak, çok güç bir meseledir. İlk bakışta birbirinden alınmış gibi görünen iki müessesenin, hakikatte, tamamıyla ayrı menşelerden gelmiş olması da mümkündür. Yine birçok hallerde, mesele layıkıyla tetkik olununca, herhangi bir iktibas ve taklitten bahse hiç mahal olmadığı ve yalnız benzer sosyal şartların benzer neticeler vücuda getirmiş olduğu meydana çıkabilir.( Köprülü, Bizans Müesseselerinin, s. 40-41)” Görüldüğü üzere Köprülü’nün bir tarihi meselede yazılmış olanlara karşı tenkîdi tavrı bu minvalde şekillenmiştir. Şimdi bu yazılanları İbn Haldun çerçevesinde analiz etmek istersek doğunun ananevi tenkit tarzının asırlar sonra Köprülü de nasıl sürdüğü ya da daha umumi bir çerçeve ile herhangi bir meseleye tarihçi olarak nasıl bir tenkit nazarı çevrilebileceği nazariyeden tatbike giden yolda ortaya çıkmış olacaktır. En azından Köprülü okuyucuları bundan sonra onu okurken verilen bazı teorik ve metodik çerçevenin daha farkında olarak metinlere bakacaklar ve bu ülkemizde sıkıntısını çektiğimiz metod yoksunluğunun aşılmasında bir nebze de olsa akıllarımıza fer verebilecektir.
Köprülü’nün ilk eleştirisi “ananenin sürükleyip getirdiği birçok yanlış fikirler” meselesidir. Hatırlanacak olursa İbn Haldun tarihçi tenkidini ele aldığı ilk bahiste “Fikir ve mezheplere taraftarlık bu sebeplerden birini teşkil eder. Çünkü insana nefsen, haberleri işittiği ve kabul ettiği vakitlerde itidal halinde bulunur ise, haberi hakkiyle inceler ve doğrusunu yalanından ayırdedip haberin doğruluğu açık bir surette belli oluncaya kadar düşünür. Bir fikir, mezhep ve inanca taraftarlık karışır ise, insan ilk ağızda, kendisine uygun olan haberleri kabul eder, bir fikir ve mezhebe meyil ve taraftarlık, insanın dikkatle düşünerek haberi tenkit gözünden geçirmesine ve incelemesine mani olur ve yalanı kabul ve nakleder( İbn Haldun, Mukaddime, (Ter. Zakir Kadiri Ugan), c.1, İstanbul, 1990, s. 82).” Buna Köprülü’nün bu tarihçilerdeki “yanlış fikir (préjugé”) eleştirisini de eklersek mesele kendiliğinden anlaşılacaktır. Türk tarihine yanlış bir yerden bakan tarihçilere cevap bu şekilde verilmiştir.
Diğer bir eleştirisi ise “mücerret mantıktan doğan bu istidlallerin” üzerinden gelmektedir. Burada tarihçilik noktasında ciddi bir zaaf vardır ki bunların İbn Haldunca ifadesi “*Haberlere yalan karışmasını icap ettiren sebeplerin bir diğeri de, haberleri nakil ve rivayet edenlere inanmaktır. *Haberlere yalan karışmasının bir sebebi de maksatları unutmaktır. Haberleri nakledenlerin birçoğu, gözü ile görmesinden ve işitmesinden maksadın ne olduğunu bilmez. Haberi zannına ve tahminine göre naklederek yalana katlanır. *Haberlere yalan karışmasının sebeplerinden biri de, haberin doğruluğu vehmine kapılmaktır. Bu inan ekseriyetle haberi nakledene inanmaktan ileri geliyor(İbn Haldun, Mukaddime, s. 82).” Görüldüğü gibi tarihi inşa sürecinde mücerret bir mantık kaynak, tarihçi tenkidi yapmamak ve ötesinde kendi vehimlerinin kuru mantıksal istidlallerine sığınmaktır. Köprülü hocanın çok veciz ifadesi İbn Haldun üstadımızla birleşince batılı bazı zihinlerin nasılda zavallılaştığı dikkat çekicidir. Akla sistematik yol vermeyenler hiçbir zaman kendi hakikatlerini bulamayacakları gibi kendi hakikatlerine edilen bühtanlara da ilmi ve anlamlı cevaplar veremeyeceklerdir. Zira hamasetle ilim olmaz, olsa da olan mugalâtaya kendi cinsince laf ebeliği kabilinden cevap vermek olur.
Köprülü’nün diğer bir tenkidi ise “Fakat bütün bu gibi tetkiklerde, bilhassa bahis mevzumuz olan “müesseselerin iktibas ve taklidi” gibi ince ve pek muğlak meselelerde, tarihi usulün bütün icaplarına –eldeki vesikaların verdiği imkan nispetinde- uymak zaruridir.” Noktasında gelmiş idi. Köprülü sanki İbn Haldun’un şu tenkitlerini modern zamanlarda tekrar eder gibidir. “Diğer bir sebebi de, halleri olaylarla karşılaştırma keyfiyetini bilmemektir. Çünkü hâl ve haberler karıştırılarak belirsiz bir hâle getirilmiş ve başka şekle sokulmuş olduğu için, haberci hâli gördüğü gibi nakleder. Hâlbuki şekil değiştirilmiş olduğundan vaki de hakikate uygun değildir(İbn Haldun, Mukaddime, s. 83).” Görüldüğü üzere karşılaştırmalı çalışmaların metodolojik zorluğu aşikârdır. Hâlbuki karşılaştırmalarda ince ve muğlâk olan noktanın aşılması belirsiz hale gelenin ve şekil değiştirmiş olanın iyi tespitinden geçer. Kuru mantık ve ananevi itikatlarla yapılacak tahliller tarihi vakıanın olmadığı şeklinde gösterilmesi gibi bir hatayı doğuracaktır. Burada İbn Haldun ve Köprülü karşılaştırmada bir usul takibini ileri sürmekte ve bu konuda diğer tarihçileri eleştirmektedirler.
Nihai olarak Köprülü eleştirilerini “Yoksa Rambaud”nun ve takipçilerinin yaptığı gibi dış görünüşteki birkaç benzerliğe dayanarak onların tarihi vakıalara ne derece uyabileceğini hiç düşünmeden umumi hükümler çıkarmak, asla ilmi bir hareket sayılamaz. Sosyal müesseselerin bir kavimden diğerine, bir medeniyet dairesinden diğer bir medeniyet dairesine nasıl geçtiğini, sosyal bir müessesenin bir kavim için ifade ettiği manayı diğer bir kavme geçince nasıl değiştiriverdiğini araştırmak, çok güç bir meseledir. İlk bakışta birbirinden alınmış gibi görünen iki müessesenin, hakikatte, tamamiyle ayrı menşelerden gelmiş olması da mümkündür. Yine bir çok hallerde, mesele layıkıyla tetkik olununca, herhangi bir iktibas ve taklitten bahse hiç mahal olmadığı ve yalnız benzer sosyal şartların benzer neticeler vücuda getirmiş olduğu meydana çıkabilir.” Sözleriyle bitirir ki bu eleştiriler İbn Haldun’un 1377’de bitirdiği eserinde ifadesini bulan “Yalan haberler karışmasının, andığımız sebeplerinin hepsinden daha önemli diğer bir sebebi var ki, bu da (dünyanın insan yaşayabilen bölgelerinde yaşayan kavimlerin ve cemiyetlerin yeryüzünü imarından ibaret olan) umranın ve diğer tabirle içtimaî hayatın tabiatının (tabiî cereyanının) hallerini bilmemektir. Çünkü cereyan eden hadislerin, o hadiseler gerek zati ve gerek fiili (ve arızî) olsun, her hadisenin kendisinin zatına ve kendisine mahsus olan bir tabiatı ve arizî olan hâlleri bulunması zaruridir. Hadiseyi işiten kimse, hadiselerin ve hallerin varlıktaki tabiatlarını ve bunların icap ve taleplerini bilir ise, bu bilgiler o kimsenin haberin doğrusunu, yalanından ayırt etmek üzere yapacağı incelemelerine yardım eder(İbn Haldun, Mukaddime, s. 84).” Ve yukarıda verdiğimiz halleri, olayları karşılaştırma keyfiyetini bilmemekten kaynaklı yanlışların tespitine dair tespitlerdir.
Fuat Köprülü tarihçiliğimizin modern zamanlara açılan kapısı idi. İbn Haldun ise gelenekten modern zamana geçişte hala ne ve kim olduğunu anlayamadığımız büyük kapımız. Bu ikisinin birlikte gösterilerek modern zaman tarihçiliğinin ve tarihçiliğimizin önemli bir kuram ve yöntem çerçevesi olan Annales ve batı tarihçiliği ile bunlara bu zeminde verilen tenkidi bakış gelecekte Türkistanlıların düşünce pratiğinin nasılına dair önemli bir kapı açmaktadır. Tarihle düşünmek geleceği doğru anlamak ve açıklamak adına ilk ve en önemli adımdır.
Altan Çetin