İnsanın medeni hayatı, kendisinden yola çıkarak kendisini bilmekle biten bir bilgeleşme yolculuğudur, denilse hata olmaz. Toplum, şehir, devlet tüm alt yapılar insanın bu yoldaki yoldaşlarıdır. Tek dişi kalmış bir canavara döndüğünde medeniyetçi düşünce insanı da tüketen bir yapay zekaya dönüşerek insani var olmanın esasını bozmaya başlar. Kimi zaman din etiketli inanışlar da yanlış kaynaktan beslendiği yahut yozlaşmış zeminde ortaya çıktığında bu manada bir yoksunlaşmaya hizmet edebilmektedir. Aliya bir yerde “… şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar ufalır. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar çok olur. Biz de o kadar az şahsiyet, o kadar da çok kitle oluruz …” (İzzetbegoviç, Doğu Batı arasında İslam, s. 100.), derken insanlararasılık müştereğini kaybettikçe, kültür işe yaramaz oldukça, teknik ve teknoloji insanı ne kadar kuşatırsa işte orada şahsiyetin yerini kitle alır ki kültürler orada şahsiyet var edemez hale gelerek kitleleşen bir yığınlaşma insanlararasına bilgeliğin tersine haller getirmeye başlar. Bu yolda inancın manuple edilerek, kötülüğün sıradanlaşmasına yol açmak sürecine ontolojik kaynak olarak kutsal bir metinden; Tevrat’ın Tekvîn kısmındaki: “Üre ve çoğal, yeryüzüne yerleş ve onu boyunduruğun altına al! Denizdeki balığa, havadaki kuşlara ve yeryüzünde sakin olan tüm mahlûkata hâkim ol.”, hükmünden baktığımızda ideolojileşen bir din algısının elinde herkesi ve her şeyi nesne gören bir aklı, o akıl bir toplumu, o toplum bir şehri ve devleti var ettiğinde yeryüzünde nasıl bir fitnenin oluşacağını düşünmek çok zor değildir. Burada maddileşen bir algı ile hegemonya, sömürü ve emperyal tüm amaçlar belli bir güç odağı tarafından insanlığın aleyhine işleyebilir. Bu düşünce zemini şüphesiz atom bombasına sahip olmaktan daha fecidir.
Bu konuyu temellendirmek ve daha somut kılmak adına Aliya’nın düşünce dünyasına bir bakış faydalı olabilir. Aliya bu yolda bir durumu bir örnek olarak Yahudilik üzerinden okur ve ona göre Yahudilik materyalizmi temsil etmektedir. Dolayısıyla, dinler arasında “sol temayülü” teşkil eden din de Yahudiliktir. Aliya’ya göre, “dünyevi cennet perspektifi va’d eden ve ortaya atılan bütün yahudî teorileri bu temayülden ileri gelmiştir.( İzzetbegoviç, Doğu Batı arasında İslam, s. 249.) Bu vaadi dini bir gerçeklik olan algılayan bir toplum ve onun askeri elitleri takdir edilir ki Aliya’nın bu yaklaşımını gerçek kabul ettiğimizde, yeryüzünde güvenlik açısından ciddi sorun teşkil edebilirler. Zira kutsalın istismarı ile meşru kılan ve kötü olanı bahanelere bürüyen bir haklı şiddet eylemi oluşturma doğası din ve insanlık aleyhine böyle bir akılla işlediğinde o medeniyet için insanlık ve insanlararasılık denen şey kendisine dair ve ait olana indirgenecektir. Aliya’ya göre “Her ütopya, Yahudi kökenlidir ve Arz-ı Mev’ûd, aslî sureti ve asli misali olarak onun arka planında yatmaktadır. Batı medeniyetinin bir Yahudi-Hıristiyan medeniyeti oluşunun sebebi budur. (İzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım,s. 246-248). O halde, ‘Yahudilik, niçin tarih boyunca hep ateist ve materyalist felsefelerin doğuşuna neden olmuştur?’ diye sorar Aliya. Ona göre, bunun sebebi “Tanrı’nın Krallığı rüyası veya miti yerine, münhasıran bu dünyaya, Arz-ı Mev’ûd’a yönelişte” aranmalıdır. İşte bölgemizi bir manada dizayn etmeye çalışan bir aklın ontolojik arka planındaki ontoloji/ arka plan. Yani, “Hakiki ya da ahlâkî davranışın öteki dünyadaki karşılığını beklemek yerine, aceleci davranıp mutluluğu bu dünyada aramaya yönelmeleri ve yöneldikleri şeye kavuşamadıklarında sıkça hayal kırıklığı yaşamaları Yahudileri Tanrı’dan ve ahlâktan uzaklaştırmıştır.” (İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım, s. 190.) Yaşanılan acılar eğer öfke, nefret ve kin öğretisine dönüşürse bir toplum sonraki kuşaklara acıdan ders alarak zulüm etmeme ve zalim olmamayı değil de yukarıdaki felsefe ile hareket etmeyi öğretiyorsa insanlık için orada düşünme zamanı gelmiş demektir.
Aliya tefekküründe Yahudiliğin Arz-ı Mev’ûdu ve Hıristiyanlığın İlâhî İmparatorluğu olarak iki zıt yani iki farklı idealin İslam’da uzlaştırıldığını düşünmektedir. Çünkü İslam, bu iki ideali bir araya getirebilen güçlü bir terkiptir. Yani İslam, “insanî olan her şeye damgasını vuran iki kutup arasındaki ‘üçüncü yol’dur.”(İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım, s. 168.) Vaad edilmiş araziler ile vaad edilmiş cennetler savrulmasındaki insanlık vaad edilmiş adalet, merhamet ve insanlığı beklemektedir. Aliya’nın bu manadaki tespitleri modern zamanda yaşanan bazı olayların arka planındaki din görünümlü maddeci ve atesit kafanın ontolojik dayanağını göstermektedir. Burada Yahudilik diye bahsedilen Hz. Musa’nın tebliğ edip Tevrat ile ortaya konulan Musevilik’ten şüphesiz farklı bir alana düşer. Müslüman olarak peygamberimiz ve kitabımız saydığımız bu ikisine iman ederken ideolojikleşen bir inanca din olarak değil de dünyevi bir fikir meselesi olarak bakmak zarureti hasıl olmuyor mu? Müslüman olmanın konfor alanı da üçüncü yol olarak tam burada başlıyor; Hz. İsa ve Musa’yı Tevrat ve İncil’i kutsal, hak ve meşru sayarken Haçlı seferlerindeki Hıristiyanlığı ve Gazze’deki Yahudiliği bu çerçevede eleştirme imkanını bulmak hatta Müslümanları dahi bu yolda tenkit edebilecek geniş bir insanlararası yerde durmak son derece verimli bir düşünce imkanını da Müslümanlar bundan habersiz olsalar bile mümkün kılmaktadır. Haçlıların 1099’da Kudüs’te ve İsrail’in 2024’te Gazze’de katlettiği Müslümanların Hz. İsa ve Musa’yı hak peygamber ve kitaplarını kutsal saydıklarını düşününce geriye din hamiyeti değil maddeci dürtüsü olan bir şiddet kalmıyor mu?
Gazze’ye bir de buradan eski bir soykırım alanından yani Bosna’dan Aliya ile bakmaya ne dersiniz?
Hak İçin olsun