KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. ADALET DEVLETİN DİNİ İSE

ADALET DEVLETİN DİNİ İSE

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 10 dk okuma süresi
249 0
altan çetin

Orhun Abideleri okunduğunda öne çıkan ana konulardan birisi düzen ve töre konusu gelir. Henüz anayasa kavramanın olmadığı bir asırda bu yaklaşım Türklerin düzen ve kanun hususunda tarihi mefhumlarına işaret bakımından fevkalade önemlidir. Devletin varoluşu adeta töre ve düzenle müradif manada söz konusu olmaktadır. Bu cümleden eskimeyen manasıyla abidelere bakarsak; “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir.”, “İkisi arasında pek teşkilâtsız Göktürk öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruku yine bilgili imiş tabiî, cesur imiş tabiî. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabiî. İli tutup töreyi düzenlemiş”, denir.

Türk tarihinin, devletinin ve milletinin Orhun anlayışı ile muvazi diğer bir ana metni Kutadgu Bilig pek çok konuda olduğu gibi kanun meselesinde de felsefi bir çerçeve metin özelliği gösterir. Bu cümleden olarak Yusuf Has Hacib’e göre, adalete istinat eden kanun – bu göğün direğidir; kanun bozulursa gök yerinde duramaz. Kadim kaynaklarda buna dair atıf geleneğimizde adâlet dairesi olarak adlandırılır. Gelenekteki süreklilik adalet dairesi kavramıyla Kutadgu Bilig’den itibaren izlenebilir: “Dünya hâkimi hakîm bey niçin hazine toplar; asker nerede ise, orada hazır hazine alır. Memleket tutmak için, çok asker ve ordu lazımdır; askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu malı elde etmek için, halkın zengin olması gerektir; halkın zengin olması için de, doğru kanunlar koyulmalıdır. Türk tarihinde, görüleceği üzere, usulün aslı olarak devlet ve millet için adalet tabanında bir kanun anlayışı caridir. Düzen kurmayı nizamı alem olarak kavramlaştıran Türkler cihan şümul düzen kurma, bu siyakta moda tabiri ile “farklılıkları” bir arada yaşatma konusunda Sümerler yazı ile tarihte neyi başarmışsa siyaset ve devlet hayatında onu başarmış bir vicdan ve aklı üretmiş olan bir millet olma mevkiindedirler. İnsanlığın tarihi ve bugünü bu sözlerimizin en büyük hüccetidir.

Kendi tarih ve aklımızdan yola çıktığımız düşünce yolculuğunda bizim dışımızdaki dünyada insanlığın neler düşündüğüne, yazımız sınırları çevresinde, bakacak olursak Alman idealizminde calib-i dikkat bir bilgi çerçevesi görürüz: Bu yolda Kant, “İnsan türünün bütün tarihi, doğanın gizli bir planın gerçekleşmesi olarak görülebilir. Bu plan, içte ve aynı amaçla dışta da yetkin bir anayasayla insanlığın bütün doğal yeteneklerinin gelişmesini sağlamaktır”, der. Schelling, Kant ve Fichte’nin etkisi altında, bir “evrensel hukuk devleti” ve “bir dünya yurttaşlığı anayasası”nın ancak ve ancak tarihe bir “özgürlük süreci” olarak bakmakla erişilebilecek idealler olduğunu söyler. Ona göre tarihin gerçek objesi özgürlüktür. Özgürlüğün koşulu genel hukuk durumudur; çünkü o olmaksızın özgürlük adına hiçbir yurttaş var olamaz. Hegel, “Her anayasa, Aklın şuur ve gelişmesinin bir millette görünümü olan ifadesidir. Devlet, bir milletin ruhu, milletin bütün nispetlerine girmiş olan kanun olduğuna göre, anayasa da, tabiatıyla, millî ruhun özelliğine bağlı olacaktır; çünkü devletin içeriğini millî ruh meydana getirir. Millî ruh, din, hukuk, bilim, sanat sanayi gibi türlü özel alanlara ayrılır. Millî ruhun bu türlü anları içten bir bağ ile birbirlerine bağlıdırlar. Bir milletin tarihi, idenin millî ruhun türlü alanlarında gerçekleşmesinin tarihidir. Gerçek devlet, millî ruh ile doygun olan bir devlettir, diyerek yoruma hacet bırakmayan bir tespitte bulunur. Devlet adalet çevresinde hukuk, anayasa ve kanunlar ile var olduğunda Türk tarihindeki ve umumi insanlık vicdanındaki o yeri bulur gibi görüyor. Konjonktürel gerçekliklerle oluşan “metinlere” bu açıdan bakıldığında kapsayıcılığı ve müessiriyetinin ötesinde toplum birliğini ve devlet düzeninin korumadaki işlevi dikkatle düşünülmelidir.

Bu geldiğimiz noktada anayasa tarihimize göz attığımıza bugünlerde çok tartışılan darbe ve anayasa olgularının nasıl şartlarda gerçekleştiğini birlikte görüp düşünmek bu yolda tefekküre bütünlük kazandıracak, müstakbel çalışmalara ışık tutabilecektir. Türkiye’de anayasa tarihimiz yüzyılı aşan Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti çizgisinde bir serencamı işaret ediyor: Genç Osmanlılar, Avrupa’dan etkilerle meşrutiyet yönetimini savundukları süreçte meşrutiyeti ilan için Sultan Abdülaziz’i hal’ ile II. Abdülhamit’i yönetimin başına getirdiler. 23 Aralık 1876’da Mithat Paşa’nın hazırladığı Kanun-i Esasi ilan ile anayasa sürecimiz modern ve sancılı manasıyla başladı. Asırlarca töre ve kanunla nizam kuran bir millet sancılı darbeler ve süreçler arasında kendine düzen kurmaya çalışıyordur artık. Bunu takip eden süreçte yine bir darbe ve yeni bir anaysa görürüz. 1908’de askeri ayaklanma ile bu sefer II. Abdülhamit, 1876 Anayasası’nı tekrar yürürlüğe koymak durumunda kaldı ve II. Meşrutiyet devrine girildi. 31 Mart Vakası akabinde II. Abdülhamit tahtan düşürüldü ve 1909 yılında Anayasa’da değişiklikler yapıldı. Bunlarla 1876 Anayasası, meşruti bir parlamenter monarşi Anayasası haline getirildi. Bundan sonra ise belki de modern zamanlarda yine olağanüstü şartlarda ama darbesiz gerçekleşen 20 Ocak 1921 tarihinde Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ve 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ile Cumhuriyet devrinin ilk iki anayasası kabul edildi. Bundan sonrası ise günümüzde tartışılan 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası 9 Temmuz 1961 tarihinde halkoylaması yapılarak % 61,5 evet ile 1961 Anayasası kabul edilmesidir. Yine darbe ve yine anayasa. Bu perdenin son halkası olmasını dilediğimiz 12 Eylül 1980 darbesi sonrası 7 Kasım 1982 yılında halkoyuna sunulan % 91.37 evet ile anayasa kabul edilen ve hâlâ yürürlükte olan 1980 anayasasıdır. Burada sunulan şartlar ile yukarıda tarihi ve felsefi bakış açıları ile ortaya koyduğumuz zemin arasındaki durumu okuyucunun takdirine bırakıyoruz.

Adalet devletin dinidir, denilmiştir. Kanun ve anayasa mücerred kavramlar olarak birer vakıa olarak her zaman söz konusu edilebilir. Lakin adalet kavramı içerisindeki bir anayasa bakışı bizim tarihi sürecimizdeki sürekliliğin ve modern zamanlardaki kopuşun ana temasını gösterir gibidir. Sayın Cumhurbaşkanının Mayıs 2019’de atıf yaptığı Hz. Mevlana’nın “Adalet nedir? Ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? Dikeni sulamak. Adalet, bir nimeti yerine koymaktır, her su isteyen tohumu sulamak değil. Zulüm nedir? Bir şeyi, yerinde kullanmamak, lâvık olmayan vere kovmak. Bu da ancak belâya kaynak olur.”, sözleri burada süreklilikler ile kopan bağları düşünmek, adalet merkezli töre ve kanunu düşünmek bakımından fevkalade önemlidir. Türkler asırlarca nizam kurup, Türk cihan hâkimiyeti mefkûresini başardılarsa bu onların bu konudaki akıl ve vicdanlarının devlet ve millet hayatında mayalandığı yerden gittikleri her coğrafyaya bu mayayla gerçek medeniyet düzeni kurabilmek yetenekleri ile alakalıdır.

Vesselam
Prof Dr Altan Çetin

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir