KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Abdullah Utaybi: İran ve Çin arasında yüzyılın anlaşması

Abdullah Utaybi: İran ve Çin arasında yüzyılın anlaşması

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 10 dk okuma süresi
270 0

Viyana müzakerelerinin amacı, İran’ın nükleer anlaşmanın şartlarına ek olarak, balistik füzelerle ilgili yeni uluslararası şartlara ve ülkelerin içişlerine karışmaması koşuluna uymasıysa, kendisi kısır bir döngü içine girmiş bulunuyor.

Çünkü gerçekte bundan ziyade, tarafların itibarını kurtarmak için yapılan, katılımcı ülkelerin yavaş yavaş İran’a sözlü keskinliğe sahip ama sahada hiçbir karşılığı olmayan sözcüklerle sarılmış tavizler verdiği müzakerelere daha yakın.

Müzakerelere katılan ülkeler, İran’ın petrolüne ve onunla ticareti canlandırmaya odaklanmış, bu da ancak önceki yönetim tarafından uygulanan katı ABD yaptırımlarının kaldırılmasıyla mümkün. Bu nedenle, İran rejiminin sunabileceği asgari tavizlerle bu yaptırımları kaldırmak için bir tür yarış var.

Bu müzakereler devam ediyor, ancak öte yandan İran ile Çin arasında imzalandığı duyurulan ve “Yüzyılın anlaşması” denebilecek bir anlaşma da var. Bu anlaşma sayesinde Çin, büyük ekonomisinin devam eden yükselişini garanti edip susuzluğunu giderecek İran’ın petrol kaynaklarından yararlanıyor, büyük Kuşak ve Yol girişimi için Basra Körfezi’ne ulaşan yeni bir yol açıyor.

Çin, daha önce takip etmediği ve ortaklık yoluyla kendisine siyasi nüfuz garanti eden yeni bir yaklaşım benimsiyor. Kuşkusuz Çin, İran’ı çevreleyen tüm ülkelere güvenceler, İran’ın bölgedeki hesapsız maceralarını durdurmaya dair garantiler vermeye de çalışacak.

İran rejimi açısından, bu anlaşma, önceki yönetimin uyguladığı ve mevcut yönetimin hafifletmeye çalıştığı katı ABD yaptırımlarından bir çıkış yolunu temsil ediyor ve kendisine uluslararası bir Çin koruması sağlıyor. Paradoks şu ki, İran rejimi en başından beri tumturaklı sloganlarını ABD ve Batı karşıtlığına dayandırdı, ama şimdi 40 yıl sonra Veliyy-i Fakih sadece ekonomi ve kalkınmayla ilgilenen yeni komünistlere teslim oluyor, ülkesinin kaynaklarını gelecekteki çeyrek asır boyunca onlara teslim ediyor.

Humeyni’nin İslam’dan ve Müslümanların birliğinden, vahdetten bahseden konuşmaları ile Hamaney’in son teslimiyeti arasında uzun bir yol uzanıyor ve bu, İran dışında herhangi bir ülke için anlaşılabilir siyasi gelişmelerdir.

İran dışında dememizin nedeni, Devrim Rehberi’nin “Gizli İmam” ve “Beklenen Mehdi adına konuştuğu, yani dini kesinliği ve inancın sabitliğini temsil ettiğinin söylenmesi, ama kendisinin (Rehber’in) aslında siyasi oyunlara boyun eğmesi. Sonuç olarak, bu dönüşüm Şii ve Sünni olsun İran rejiminin ideolojik takipçileri için ciddi sorunlara yol açacak. İnatçılığın mirası ise kendisine karşı yok olan inanç ve güven olacak.

Güçlü imparatorluklar bir anda çökmez, yavaş yavaş yok olurlar. Eğer Çin, Obama’nın izolasyoncu teorilerine göre Amerikan imparatorluğunun ve Batılı müttefiklerinin gerilemesi ışığında yeni güçlü imparatorluk olacaksa, dar anlık çıkarlara göre, Çin ile iyi ilişkileri yoğunlaştırmaları ve onları daha yüksek düzeylere çıkarıp derinleştirmeleri bölge ülkelerinin çıkarınadır.

Güvenilmez bir müttefike dönüşen imparatorluklar, tarihin güvencelerini, gerçekliğin denklemlerini ve geleceğin fırsatlarını kaybederler. Siyaset boşluk kabul etmez, çünkü bitkin düşüp zayıflayanların, sorumluluk ve yük kaldıramayanların bir yerinin olmadığı bir dünyada her zaman boşluğu doldurmaya hazır biri vardır.

Viyana müzakereleri yoluyla İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasının doğal bir sonucu olarak dünya, küresel terörizmin ve finansmanının yeni bir yükselişine tanık olacak. Terör bölgeyi ve dünyayı tehdit etmek ve yayılmak için geri dönecek. Ama bu kez Müslüman Kardeşler ve diğer siyasi gruplar tarafından temsil edilen, Türkiye’de ve başka yerlerde kan kaybeden derin köktendinci biçimiyle değil de el Kaide, DEAŞ, Hizbullah ve Husiler gibi örgütlerin temsil ettiği acımasız biçimiyle.

Bu, Viyana müzakerelerinin sonuçlarını beklemeyip zaten başlamış olan bir şey. Nitekim Fransa, DEAŞ’ın Irak ve Suriye’de yeniden harekete geçtiği ve nüfuz etmeye başladığından bahsetti. Fransa Savunma Bakanlığı Al Arabiya TV kanalına verdiği demeçte, “DEAŞ, Irak ve Suriye’de yeniden ortaya çıktı” diyerek bunu teyit etti. Bakanlık, “DEAŞ coğrafi olarak mağlup oldu, ama hareket kabiliyetini yitirmedi” dedi. Leb demeden leblebiyi anlayanlar, bunun anlamını kavramışlardır.

İran rejiminin değişmez stratejilerinden biri de, ihlallerini normalleştirmek. Bölge ülkelerine ve dünyaya yönelik düşmanca politikalarını, yavaş yavaş ama kesin bir etkiyle her gün gerçekleşebilecek normal bir meseleye dönüştürüyor, ta ki dünyadaki hiç kimse bu politikalarla yüzleşmek için bir sebep, kendisi ile yüzleşme kararı almak için baskı yapan bir an bulamayana kadar.

Çin, bir süper güç, BM Güvenlik Konseyi’nde kalıcı bir koltuğu olan ve veto hakkına sahip, ideoloji değil, çıkarlar yoluyla dünyayı hareket ettirmeye aktif olarak katılabilen nükleer bir devlet. Uzun bir tarihe, güçlü ve büyüyen bir ekonomiye dayanan bir ülke. Ancak farklı ülkeler ve halklar için ikna edici ahlaki ilkelerden yoksun ve kendi kültürünü kimseye dayatma arayışında değil. Kendi kültürünü ve medeniyet bağlamını, devletlerin ve halkların eylemlerine yargıç olarak atamıyor. Bu, son iki yüzyılda geçerli olan Batı modelinden farklı bir model.

Modern Çin deneyimi, imparatorluk döneminden komünist döneme uzanan özel bir modelden bahsediyor. Komünist dönem ise iç savaştan zaferle çıkışı, devletin ele geçirilmesini, ardından Mao Zedong’un “Kültür Devrimi”ni, Çin’in devrimci ideolojiyi aşarak Soğuk Savaş sırasında bile uluslararası güçlerle çatışmadan başarılı bir ekonomiye doğru ilerleme yeteneğini kapsıyor. Bu nedenle Çin ayakta kalırken Sovyetler Birliği çöktü.

Çin’in kadim bilgeleri şöyle derdi: “Kendinizi ve düşmanınızı bilirseniz, hiçbir savaşta mağlup olmazsınız.” Şunu da tekrarlarlardı, “Astroloji ile bilinemeyeceği için, düşmanın durumu önceden bilinmeli.” Çin devleti, tarihin bilgeliğini biriktirme yeteneğini, sosyal, kültürel veya ideolojik engellerden uzak bir şekilde kendini aşma ve geliştirmeye yönelik inanılmaz kapasitesini kanıtladı. Modern tarihi de bunun en iyi tanığı.

İran’ın din ile siyaset, din ile mezhep, seküler Hristiyan Batı ve Komünist Çin ile ilişkiler, bir yandan tüm uluslararası kurumlara katılmakla ilgilenirken, diğer yandan onları aşağılamakta ısrar etmek, ilkelerini reddetmek ve kanunlarını çiğnemek arasındaki çelişkileri ise büyük ve çok yönlü. İran bu çelişkileri herhangi bir uluslararası taraf ile müzakerede manipüle edilen sonsuz komplikasyonlar halinde resmetmekte oldukça mahir. İran İslam Cumhuriyeti’nin tarihi, herhangi bir müzakereciyi bu labirentlere ve karmaşıklığa sokarak, onu asıl hedeflerinden uzaklaştırıp tüketmeyi başarabildiğinin kanıtıdır.

Son olarak, Ortadoğu tüm dünya için hayati bir bölge ve hala kalıcı, yenilenen bir uluslararası çatışma alanı. ABD ve Batılı müttefikleri, diğer uluslararası güçlerin bölge meselelerine katılmalarına ve doğrudan müdahale etmelerine izin vermeye ikna olmaya başladılar.

Bu yüzden Rusya yıllar önce Suriye’ye girdi ve işte şimdi de Çin, İran üzerinden doğrudan giriş yapmaya yöneliyor.

Tarih bir tanık ve yargıç olmaya devam edecek.
Abdullah Utaybi
Suudi Arabistanlı yazar. İslami akımlar araştırmacısı şarkulavsat

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir