II. Dünya Savaşı’nın galipleri ve Güvenlik Konseyi üyeleri geçen yüzyılın tartışmasız belirleyicileri oldular. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Almanya Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında artık uluslararası aktörler olmaktan çıkarak tasfiye süreçlerine girdiler. İzleyen yıllar, kaynakların paylaşılması veya tehlikeli bulunan halkların “kabukları” içinde tutulması gibi iki önemli sonuç üzerinden süregeldi. 1918, 1945 ve 1989 yıllarını izleyen süreçler bu dağılımların aleni şekilde yapıldığı periyodlardı. ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, Çin, Güvenlik Konseyi üyeleri olarak belirleyici pozisyonlarını ve pastadan diğerleri aleyhine en büyük payı kapan aktörler olarak devam ediyorlar.
21. yüzyılda şu anda yaşanan ise dünya düzenine adaletsiz ve haksız paylaşımı dolayısıyla haklı veya haksız itirazları olan gelişmekte olan ülkeler üzerinden yürüyor. Aslında itirazların kaynağı, aynı aktörlerin sürekli olarak nüfuz ve alanlarını doymak bilmez şekilde genişletmelerinden kaynaklanıyor. ABD, Afganistan, Irak gibi doğrudan ve diğer birçok noktada ise dolaylı olarak işlerin içinde. Çin, bir kolunu Afrika içlerine diğer kollarını ise Asya içlerine ve hatta yeni projelerle Avrupa’ya kadar uzatıyor. Fransa, görülen ve umulanın çok üstünde bir güç ve iştahla Kuzey Afrika’da açıkça hâkim. Buna itirazı olanlar ise dış müdahalelerden rahatsızlar.
Türkiye ve İran Ortadoğu’daki gelişmelere komşuluk dolayısıyla itiraz ediyor olsa da ikisinin yaklaşımı arasında çok temel bir fark var: İran konuyu yalnızca mezhep ve dışarıya hissettirmemeye çalıştığı Fars milliyetçiliği temelinde yaklaşıyor. Mezhepçiliği farklı kılıflar altında ve bazen de aleni olarak ortaya çıkıyor. Gösteriye çevirdiği, dini törenlerin çoğu dini olmaktan çok tarihi veya güncel politik olaylar üzerine kurulu.
İran, Ortadoğu’daki bütün adımlarında, bizim için saçma sapan ve fitne kaynağı olarak görülen mezhepçilik/Sünni-Şii çatışması üzerine kurulu zihin dünyasını açıkça ortaya koyuyor. İran’ın adımları kendi iç bütünlüğünden başlayarak Farsça konuşan Sünni Afganistan’a, Sünni ve Şii karışık yaşayan Irak, Suriye ve Lübnan’a kadar mezhep temelinde ayrımcılığı körüklüyor ve huzuru daha fazla kaçırıyor.
Pekiyi İran ABD’de nasıl hedef haline gelmiyor? Kanaatimce ve 3-4 yıl önceki yazılarımda ifade ettiğim gibi İran Irak, Suriye ve Lübnan’da ABD’nin muvafakatiyle duruyor ve mezhep savaşının körüklenmesi hem ABD’nin hem de İran’ın diğer ülkelerde varlığı için müdahale imkânı sunuyor.
İran, kendisine sunulan bu fırsatı geniş bir coğrafyada Rusya ile işbirliğini de ihmal etmeden at koşturmaya devam etti. İran’ın, “rejim ihracı” adıyla bildiğimiz çabaları rejimden çok mezhepçilik dayanaklı. Ayrıca ikinci bir kanal olarak Türkiye’nin yapamadığı başka bir kanalı zorluyor. Bütün lehçe ve şiveleriyle birlikte Fars dilinin hâkimiyet alanını genişletmeye ve onları birleştirmeye yönelik çalışmalarını Tacikistan’dan Afganistan’a İran’ın Fars olmayan bölgelerine kadar her noktada etkili olmaya çalışıyor.
İran kriz yönetiminde tecrübeli ve devlet geleneği konusunda bütün Doğu ülkeleri içerisinde Çin ile birlikte en eski damarı temsil ediyor. İran’ın mezhepdaşlarının çıkarları söz konusu olduğunda bazen en sert bazen de en pragmatik ve oportünist tarzla durumu kendi lehine çevirmeyi başarıyor. Fakat burada asıl ilgimi çeken nokta görünüşte düşman gibi görünen iki devletin yani İran ve ABD’nin nasıl oluyor da hangi çıkarlar üzerinde birleşerek Ortadoğu’da Kasım Süleymani krizine kadar birbirinin ayağına basmadan durabildiler.
Irak’ta Saddam yönetiminin gitmesinden sonra ABD eliyle kuzeyde korunaklı bir Kürt özerk bölgesi, güneyde ise Sünni ve Şii bölgeleri olarak güvensiz çatışma alanları oluşturuldu. Bu resimde Sünni Kürtler Sünni olarak değil de Kürt olarak tanımlanırken Araplar ise Sünni ve Şii adıyla iki kamp üzerinden bir iç savaşa girmiş oldular. Bugüne kadar gelen iç savaş tablosu ile birlikte İran ve ABD’nin Irak Parlamentosunda yönetiminde Şii hâkimiyetine bırakılmasına ABD adeta destek olmuştu.
İran, Irak’ta nüfus sahası genişletirken Suriye’de yaşanan ve her zaman ifade ettiğim planlı ve tasarlanmış savaş İran’ı daha güçlendirerek Lübnan’daki kendi milislerine ulaştıracak şekilde güçlendirmiş oldu. Afganistan’da Rusya’nın işgali tarihi olan 1979’dan bu yana İran bölgedeki Şii azınlık ve Farsça konuşulan bütün ülkede öteden beri nüfuzunu yükseltti.
Bütün bunlar olurken bütün bu bölgelerde var olan ABD buna seyirci kalıyor. Fakat söz konusu Türkiye olduğunda Türkiye’nin terörle mücadelede kendi sınırlarını koruma adına attığı her adım uluslararası bir krize çevirmeye çalışılıyor.
Bir paranoya içinde olmamak gerekir. Fakat çevremizdeki gelişmelerin bir şekilde olayları Türkiye aleyhine daraltmak ve sıkıştırmak şeklinde kullanılması enteresan… Türkiye’nin sahip olduğu potansiyeli, üretim ekonomisi üzerine kurulu bir model ile barışçıl bir tarzda ve yakın coğrafyasına, kültür çevresine ve dünyaya açılmasıyla ulaşabileceği potansiyelin herkes farkında. Belki de bu düşünce bile birçoğunu rahatsız etmeye yetiyor.
İran’ın Suriye’de mezhep adına işlediği cinayetleri İran’a bağlı milisler gücüyle yapılıyor ve generallerini göndermekten çekinmiyor idi. Bunun sıradan bir iş olmadığı ve savaşın artık 8 yılında bile buna göz yumulması da tuhaf değil miydi? Bu bile nasıl bir uzlaşma olduğuna işaret ediyor. Fakat ABD’nin Irak’tan çekilmesine yönelik iç ve dış baskı arttıkça ve İran’ın herhangi bir uzlaşma temelinde değil, Irak’ta açık bir Şii hâkimiyetini sağlayacak adımlar atıldığında ABD’nin buna cevabı Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ile oldu. Bu, tasvip edilecek hele sevinilecek bir durum asla değil. Fakat kanaatimce birbirine göz yuman ve çıkarları gereğince yanyana olanların çıkar ayrılığı ve bizimle pek de bir ilgisi yok gibi.
Yine her fırsatta dile getirdiğimiz gibi bölgelerin problemleri dış müdahale olmaksızın kendi bölgelerinde halledilmeli idi. Fakat bu istek, günümüz dünyasında bir temenniden öteye geçmiyor.
Kasım Süleymani’nin öldürülmesine dair birçok “komplo teorisi” havada uçuşuyor tezlerin bir kısmı İran’ın kendi iç bütünlüğünü sağlamak adına onu gözden çıkardığını ve yeni bir kahraman yarattığını söylerken Amerikan üslerinde İran’a göre 80 ABD askerinin, ABD’ye göre ise tek bir kişinin bile ölmediğini ve yapılan işin yine kontrollü ve anlaşmalı bir iş olduğunu, savaşla değil, yalnızca yaptırımların artırılması ile sonuçlanacağını ifade ediyorlar.
Bazen Ortadoğu’da yaşananların büyük bir film stüdyosundan ibaret olduğu zehabına kapılmamak elde değil…
Yücel Oğurlu