KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Rusya
  4. »
  5. Türk-Rus İlişkilerinin Geleceğine Dair 4 Temel Yanılsama

Türk-Rus İlişkilerinin Geleceğine Dair 4 Temel Yanılsama

Hasan Oktay Hasan Oktay - - 42 dk okuma süresi
335 0

Türk-Rus İlişkilerinin Geleceğine Dair 4 Temel Yanılsama
kerimhas
24 Kasım 2015’te bir Rus savaş uçağının, angajman kurallarını ihlali gerekçesiyle Türk F-16’sı tarafından düşürülmesi sonrası kriz boyutuna evrilen Türk-Rus ilişkilerinde hâlihazırda gelinen noktada özellikle Türk kamuoyunda bir algı karmaşası yaşandığı gözlemleniyor. Son haftalarda Rusya’nın Türkiye’ye karşı tavrını yumuşattığına ve(ya) değiştirdiğine dair Türk basınında çıkan çeşitli haber ve uzman seviyesindeki yorumlar yanlış bir okuma yapıldığının göstergesi. Hâlbuki Rusya’yla ilişkilerde gerçekçi değerlendirmeler yapılmasının her zamankinden çok şimdilerde daha fazla önem arz ettiği dikkate alındığında, söz konusu yanılsamaların giderilmesi veya en azından abartılmaması yerinde olacaktır.

Yanılsama 1: “Zamana bırakarak ilişkilerin düzeleceğini sanmak”

Türkiye’de Rusya ile ilişkilerin geleceğine yönelik en büyük yanılsama, söz konusu krizin zamana bırakılarak kendiliğinden çözüleceği beklentisi ve zaman geçtikçe Moskova’nın tavrında yumuşama olacağı varsayımı. Bu zamanın 5-6 ay veya 1-2 yıl gibi kısa bir süreyle sınırlandırılması da bu yanılsamanın yine bir başka boyutu. Hâlbuki bu bakış açısı, krizin çıkış noktasını ıskalamak anlamına geliyor. Her şeyden önce son krizin çıkış nedeninin özelde bu örnekte yaşandığı üzere Suriye ve Ortadoğu olmakla birlikte Orta Asya ve Güney Kafkasya’dan Ukrayna’ya, Balkanlar’dan Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki bölgesel sorunlara kadar birçok potansiyel ve aktif çatışma bölgelerindeki -farklı derecelerde de olsa- ‘çıkarlar ayrışması’ olduğunu tespit etmek gerekiyor. 24 Kasım’da patlak veren kriz, iki tarafın da bu bölgesel çıkar ayrışmalarındaki açığı en azından çeyrek asırdır hassasça ‘yönetişiminin’ artık mevcut yükü taşıyamaması neticesinde gerçekleşti.

Diğer coğrafyalarda daha önceki çıkar ayrışmalarında ilişkilerde bu ölçekte bir gerilimin yaşanmaması ve son krizin Suriye kaynaklı ortaya çıkması ise büyük oranda Türkiye ile Rusya’nın Suriye krizine ne derece müdahil olduklarıyla doğrudan ilgili bir durum. Yıllar geçtikçe Türk dış politikası açısından daha hayatî bir sınav mahiyetine bürünen Suriye krizi; terörizm, bölgesel Kürt sorunu, Suriyeli mülteciler gibi nedenlerle Türkiye’nin iç siyasî, ekonomik ve toplumsal hayatını da derinden etkiler hâle geldi. Öte yandan, Kremlin de Suriye krizini, Rusya’nın büyük güçler arasında yer aldığı ve hâlihazırda oluşmakta olan çok-kutuplu uluslararası sistem tartışmaları ekseninde değerlendirip bu yeni sistemde yer alacak küresel aktörler arasındaki nüfuz paylaşımı mücadelesinin başlangıç semptomu olarak yorumladı. Dolayısıyla, -muhakkak Ortadoğu’daki çıkarlarını maksimize etme, Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan yeni enerji denkleminde yer alma gibi başka birçok neden de bulunmakla birlikte- Ukrayna krizi sonrası dış politikasındaki daralmayı Suriye’de 30 Eylül 2015’te askerî operasyonlara başlayarak sonlandırmak istedi; ve bunda da önemli ölçüde başarı sağlayarak başta ABD, NATO, AB gibi küresel aktörlere, görüşü ve sahadaki politikasıyla dikkate alınması gereken bir güç olarak kendisini kabul ettirdi. Bu durum hâliyle Moskova’nın Suriye’yi, ‘küresel güçlerin kendisine yönelik politikalarında Rusya’nın çıkarlarını da gözetmelerini istediği bir denge/saygı mülâhazası’ içerisinde ele almasını gerektiriyor ki Ankara’yla ilişkiler ve daha da önemlisi Türkiye’nin bölgesel çıkarları bu noktada ikinci planda kaldı. Dahası, Suriye krizine doğrudan askerî müdahaleyle dâhil olan Rusya, sadece Esad rejimini güçlendirme bağlamında değil, Ankara’nın Suriye’de destek verdiği aralarında Türkmen grupların da bulunduğu muhalifleri hava bombardımanına tutarak ve yine Türkiye’nin ulusal güvenliğine tehdit olarak addettiği bölgedeki PYD gibi yapılanmalara alan açan politikalarıyla karşımıza ikili ilişkilerde daha önceleri başka coğrafyalarda yaşanan çıkar ayrışmalarından farklı bir manzara ortaya çıkardı ve krize giden kapıyı araladı. Söz konusu manzara, Ankara ve Moskova arasında ‘çıkarlar ayrışmasının’ ötesinde ‘çıkarların doğrudan ve temelden çatışması’ olarak su yüzüne çıktı.

Realist bakış açısı ihtiyacı!

Moskova, bu noktada kriz seviyesinde seyreden mevcut durumun nispeten hafifletilmesi bağlamında Ankara’ya temelde üç şart sundu. Bu şartlar; resmî özür, hayatını kaybeden pilotun ailesiyle Rus devletine tazminat ödenmesi ve uçağın düşürülmesinden sorumlu kişilerin cezalandırılması. Gerçekçi bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, şu aşamada bu taleplerin karşılanmasının bile ilişkileri kısa ve orta vadede yeniden eski seviyesine çekmek için yeterli olmayacağı rahatlıkla söylenebilir. Krizin çıkışına neden olan temel uyuşmazlıklar giderilmeden Türk-Rus ilişkilerinde normalleşmenin oldukça zor gözükmesinin yanı sıra Moskova’nın öne sürdüğü şartlar Ankara açısından son derece ağır ve hepsinin birden kabul edilip uygulanması en azından şu aşamada çok mümkün durmuyor. Ayrıca Kremlin, şartlar yerine getirilip ilişkiler nispeten normalleşse bile Ankara ile resmî temaslarını ne şekilde geliştireceğinin işaretlerini belirgin bir şekilde vermiyor.

Üstelik kriz sonrası Moskova’nın hemen her hafta en yetkili ağızlardan, Türk hükümetinin Suriye ve Ortadoğu’daki bir kısım terör örgütleriyle ilişkisi olduğuna dair başta BM Güvenlik Konseyi olmak üzere uluslararası kamuoyunun gündemine getirdiği ve getirmeye hâlen devam ettiği suçlamalar, ikili siyasî ilişkilerin normalleşmesini adeta imkânsız kılıyor. Bu suçlamalar, uzun yıllardır ‘lider faktörü’nün lokomotif rolü oynadığı Türk-Rus ilişkilerinin düzel(til)mesinde artık bu faktörün etkisini büyük ölçüde yitirmesine de neden oluyor ki, ilişkilerdeki kurumsallaşmanın bölgesel sorunlarda işbirliği bağlamında henüz somut ve pozitif meyvelerini vermediği böylesi bir ortamda bu krizin aşılabilmesi noktasında ekstra önemli bir zorluk çıkarıyor. Dolayısıyla Rusya’nın bu şartlarını, Ankara-Moskova arasındaki siyasî diyaloğun eski seviyesine getirilmesi için gerekli istekler olarak okumaktan ziyade ikili ticarî/ekonomik ilişkilere yönelik uygulanan yaptırımların hafifletilmesi/kaldırılması ve şu aşamada olmasa da belki ilerleyen dönemde turizmdeki işbirliğinin güncellenmesiyle toplumsal bağların yeniden pozitif bir gündemle tesisi için ileri sürdüğü talepler şeklinde değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Krizin aşılmasında stratejik planlama önceliği

Ankara-Moskova hattındaki krizin aşılması için en kolay ve doğru olduğu sanılmakla birlikte muhtemelen en fazla zararlı olan yol, ilişkilerin yeniden tesisini zamana bırakmak. Hâlbuki Türkiye’nin gerek iç siyasî atmosferine, ekonomik kazanımlarına, göçmen meselesi ve PKK terörü nedeniyle de toplumsal dengelerine gerekse başta ABD olmak üzere askerî-stratejik müttefikleriyle ikili ilişkilerine gerekse de Suriye/Ortadoğu’nun yanı sıra Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik bölgesel politikalarına doğrudan etki eden Rusya’yla yaşadığı krizin büyük oranda zamana bırakılarak kendiliğinden çözülmesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım değil. Bu tespit, atılacak adımların kapsamlı bir strateji çerçevesinde ele alınmasını ve krizin çözümünü zamana bırakmaktan ziyade söz konusu adımların zamanlamasını doğru ayarlayıp geciktirmeme hedefi doğrultusunda atılmasını gerektiriyor. Zira hâlihazırda Suriye krizinde Washington da dâhil birçok Batılı başkentin tutumu Moskova’nın pozisyonuna oldukça yakınsamış durumda; atılacak adımların zamanlamasında yaşanabilecek bir gecikme Rusya’dan ziyade Türkiye’nin bölgesel çıkarlarına daha derinden zarar verebilir.

Bu çerçevede, her şeyden önce, Moskova’nın 24 Kasım sonrası Türkiye’yle ilişkilerinde bir paradigma değişikliğine gittiğinin altını çizmek gerekiyor. İkili ilişkilerin ticaret, ekonomi, enerji, yatırımlar, turizm gibi alanlarında alınan mesafenin Türkiye’yle bölgesel sorunlardaki siyasî pozisyon farklılıklarındaki açığı zamanla gidereceğine yönelik kanaat artık Moskova’da geçerli değil. İlişkilere bu saatten sonra bölgesel sorunlardaki yaklaşımlar hâkim tonu verecek; yani adım adım güven inşasını öngören tümevarım değil de tümdengelim metodu izlenecek. Bu durum hâliyle Ankara’nın meseleyi öncelikle ikili ilişkilerden başlayarak değil de başta Moskova’yla ‘çıkar çatışması’ yaşadığı Suriye’den ve ‘çıkar ayrışmalarının’ bulunduğu diğer bölgesel sorunlar üzerinden ele almasını gerektiriyor.

Kriz aşılabilir mi veya ne zaman aşılır?

Kremlin’in Türkiye ile ilişkilerinde söz konusu paradigma değişikliği, Ankara’nın bölgesinde yaşanan güvenlik sorunlarına yönelik izleyeceği politikasında da öncelikle doğrudan veya dolaylı bir şekilde Moskova’yı ‘dahil’ eden bir strateji geliştirmesini zorunlu kılıyor. Moskova’yla doğrudan üst düzey siyasî diyalog kanallarının kapalı olduğu göz önüne alındığında, bu stratejinin başarısının ise Ankara-Batı hattındaki uyumla belirleneceği açık. Bu noktada, Ankara’nın izleyebileceği öncelikli stratejinin ilk etapta Suriye krizi bağlamında Batı ittifakıyla işbirliğini sağlamlaştırmak ve hedefleri ile önceliklerini uyumlulaştırmak olduğu söylenebilir. Hâlihazırda Suriye’de ABD ve Batılı temel aktörlerin Moskova’yla birlikte ortak bir dil geliştirmeye çalıştıkları ve bu konuda Şubat 2016 sonunda üzerinde uzlaşılan ateşkes gibi son dönemde ciddi bir mesafe aldıkları göz ardı edilmemeli. Washington’ın başını çektiği bu halkaya Türkiye’nin daha proaktif bir şekilde bir an önce dâhil olması Moskova’yla yaşadığı krizin aşılmasına yardımcı olabilir. Neticede, krizin çıkış noktası Suriye’de taktiksel ve konjonktürel de olsa kısmî bir ‘çıkar yakınsaması’ yaşanmadan ikili ilişkilerde bir düzel(t)me beklememek gerekiyor. Yine, her ne kadar artık oldukça zor olsa da Ankara’nın başta Suriye’nin geleceği ve Esad’ın rolü konusundaki talep ve çekincelerini gelinen noktada ancak Batılı müttefikleriyle kuracağı bu hat üzerinden Kremlin’e kabul ettirebilmesinin daha mümkün olduğu not edilmeli.

İkincisi, Türk-Rus ilişkilerine artık uzun bir süre diğer alanlara nazaran ‘güvenlik’ unsurunun hâkim olacağı bir döneme girildiğinin farkına varılması gerekiyor. ‘Güvenlik diplomasisi’nin öne çıktığı bu dönemde ilişkiler, ‘arka kapı diplomasisi’nin kuralları çerçevesinde masaya yatırılmalı. ‘Az söylem, daha çok iş’ prensibi bağlamında yürütülmesi gereken temaslarda, diplomatların yanı sıra başta Genelkurmay olmak üzere güvenlik teşkilâtları temsilcilerine daha fazla rol verilebilir. Siyasî angajmanların etkisinin nispeten daha az hissedildiği bu kurumlar aracılığıyla ‘asker, askerin dilinden anlar’ anlayışı üzerinden jeopolitik çıkar ayrışmaları ve bölgesel pozisyonlardaki farklılıklar minimize edilebilir. Bu noktada, yakın bir süre içerisinde çalışmalarını yeniden başlatması planlanan NATO-Rusya Konseyi bünyesindeki mekanizmalar da daha etkin kullanılabilir.

Üçüncü olarak, Suriye haricindeki bölgesel sorunlara yaklaşımların da artık ikili ilişkilerin geleceğini daha derinden belirleyeceği göz önüne alındığında, bu sorunların çözümünde Ankara’nın Moskova’yı dışlamayan ve hatta masaya davet eden yeni inisiyatifler geliştirmesi hem Türkiye’nin bu bölgelerdeki çıkarları hem de Rusya’yla ilişkileri bağlamında pozitif katkılar sunabilir. Bu noktada, geçtiğimiz günlerde Dağlık Karabağ’da yeniden şiddetlenen çatışmalar karamsar yaklaşımları beraberinde getirse de bir başka açıdan hem Azerbaycan-Ermenistan hem de Ankara-Moskova ilişkileri açısından fırsata dönüştürülebilir. Bununla beraber, unutulmamalı ki, Dağlık Karabağ meselesini Kırım, Donbas/Ukrayna, Güney Osetya ve Abhazya gibi potansiyel ve aktif çatışma bölgelerinden ayıran en önemli noktayı Batı’nın bu sorunda Rusya’nın pozisyonuna oldukça yakın bir tutuma sahip olması oluşturuyor. Rusya’nın doğrudan taraf olduğu özellikle post-Sovyet coğrafyadaki bu tarz krizlerde Ankara’nın da söylemlerinde kendi tarafını açıktan ve güçlü bir şekilde vurgulamasının işbirliği olanaklarını daraltabileceği ve muhtemel yeni inisiyatiflerin hayata geçirilmesinin önünde engel oluşturabileceği gerçeği göz ardı edilmemeli. Bu açıdan, söz konusu inisiyatiflerin başarılı olmasını sağlayabilecek hususların başında, Ankara’nın (Dağlık Karabağ konusunda Ermenistan’ın işgalci ülke olduğunu vurgulayan BM kararları gibi) uluslararası hukuk normlarını öne çıkarıp ‘arabuluculuk’ konumuyla meselelere yaklaşması geliyor.

Dördüncüsü, Rusya’yla gerginliğin sonsuza kadar sürmeyeceği gerçeğinden hareketle, Ankara’nın uzun vadeli stratejiler eşliğinde Moskova’yla ilişkilerini -artık hangi seviyede mümkünse o seviyede olacak şekilde- sivil toplum kanalıyla devam ettirmesi ve bu konuda sivil toplumu daha fazla teşvik eden bir tutum içerisinde olması yerinde olacaktır. Üniversiteler, medya kurumları, kültür ve araştırma merkezleri, düşünce kuruluşları gibi yapılar üzerinden düzenlenecek ortak faaliyetlerin şimdilerde yeterince anlaşılmasa bile pozitif getirisi, uzun vadede ilişkiler rayına girdiğinde daha net hissedilecektir. İlişkilerde daha önceleri üzerinde yeterince durul(a)mayan sivil toplum kuruluşları (STK) kanalının ‘kamu diplomasisi’ enstrümanlarıyla beraber daha etkin bir şekilde devreye sokulması mevcut krizin aşılması noktasında kolaylaştırıcı ve katalizör rolü oynayacaktır. Ayrıca söz konusu yapılar aracılığıyla asıl şu zor dönemde kurulacak bağların iki ülke arasında ileride yaşanabilecek muhtemel yeni krizlerde paratoner görevi göreceği de söylenebilir.

Son olarak ise şu gerçeği hatırdan çıkarmamalı: Kremlin, 24 Kasım sonrası en azından ‘belli bir süre’ için Ankara’daki siyasî iktidarla ilişkilerinde hâlihazırda yaşadığı krizin devamını bölgesel çıkarları açısından daha uygun ve kazançlı görüyor. Bunun temel nedenini, Suriye özelindeki Ortadoğu politikasında Moskova’nın Batılı temel aktörlerle ortak bir zeminde buluşmuşken, bölgede bu denli açıktan ‘çıkar çatışması’ yaşadığı belki de tek başkent olan Ankara’nın hassasiyetlerini gözetme gibi ‘ekstra bir yük’ taşımaktan artık ‘kurtulması’ oluşturuyor. Öte yandan, bu sürenin uzunluğunu ise önemli oranda Suriye krizinin çözümünde Moskova’nın taleplerinin Batı tarafından ne ölçüde dikkate alınacağı, kısmen de İran’ın uluslararası sisteme entegre olma sürecinde ve Doğu Akdeniz’de ortaya çıkmakta olan yeni enerji güzergâhlarında Rusya’ya ne oranda pay verileceği hususları belirleyecek. Şüphesiz ki bu hususların Ankara açısından bütünüyle objektif faktörler olduğunu ve Türkiye’nin bölgedeki pozisyonu tamamen dışlanarak veya göz ardı edilerek Moskova’nın istediğini elde edebileceğini söylemek mümkün değil. Dolayısıyla, Türkiye’nin her hâlükârda bir manevra sahası olduğunu belirtmek gerekiyor. Ancak bunun için de Ankara’nın başta İsrail, Mısır ve Irak olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkilerini yeniden güçlü bir şekilde pozitif ajandayla tanımlaması şart. Aksi takdirde zamana bırakılan Ankara-Moskova hattındaki ilişkilerin düzeltilmesi konusunda ilk adımın, zamanın kendi lehine işlediği şeklinde güçlü bir kanaate sahip olan Moskova’dan gelmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır.

Yanılsama 2: “Moskova, Ortadoğu’da bağımsız bir Kürdistan istiyor”

Baştan ifade etmek gerekir ki, Rusya’nın en azından önümüzdeki birkaç yıl içerisinde Ortadoğu’da ne bağımsız bir Kürdistan kurulması talebi var ne de istese bile böyle bir devletin ortaya çıkarılması için tek başına yeterli ve gerekli araçları ile kaynağı bulunuyor. Moskova’nın bu yönde bir talebinin olmamasında araç ve kaynak yetersizliği rol oynadığı gibi henüz bölgesel Kürt vizyonunun netleşmemesi, bölgedeki Kürt kökenli aktörlerle işbirliğini hâlihazırda stratejik ortaklık boyutunda değerlendirmemesi ve muhtemel bağımsız bir Kürdistan devletindeki nüfuzunun şu aşamada istenen seviyede olamayacağını düşünmesi de etkili unsurlar. Rusya’nın muhtemel bağımsız bir Kürdistan’a desteği konusunda, kendi içerisindeki etnik çeşitliliğin bu destekle beraber söz konusu etnik azınlıklarda bağımsızlık yönünde bir motivasyona neden olabileceği gerekçesiyle sınırlı tuttuğu şeklinde tezler olsa da bunların çok geçerli argümanlar olmadığını belirtmek gerekiyor. Zira Abhazya ve Güney Osetya gibi gerektiğinde post-Sovyet coğrafyada bile farklı etnik unsurların bağımsızlığını tanıma yönünde adımlar atabilen Rusya’nın öncelikli çıkar alanları arasında yer almayan Suriye/Ortadoğu’da yine şartlar olgunlaştığında/gerektirdiğinde benzer bir adım atmaması için bir nedeni bulunmuyor. Dolayısıyla muhtemel bağımsız bir Kürdistan konusunda Rusya’daki etnik çeşitlilikten ziyade Moskova’nın bahsi geçen araç ve kaynak yetersizliği ile bölgesel stratejik vizyonunun henüz netleşmemesi gibi faktörlerin daha geçerli olduğunun altı çizilmeli.

Bununla beraber Rusya, Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e çıkışı olmayan -PYD kontrolünde veya değil- bir çeşit Kürt otonom bölgesinin kurulmasına sıcak bakıyor. Bu meseleye sıcak bakmasının en önemli nedeni ise söz konusu bu tarz bir otonom yapının, Batı’nın ve bölgedeki bir kısım aktörlerin politikalarıyla zaten kendisinden bağımsız bir şekilde oluşmakta olduğunu düşünmesi. Örneğin Kremlin, geçtiğimiz 17 Mart’ta Suriye’nin kuzeydoğusunda (ABD’nin etkin olduğu ve IŞİD’e karşı operasyonlar için üs kurmayı planladığı Rimelan’da) PYD öncülüğündeki grupların ülkenin kuzeyinde federasyon ilan ettikleri konferansın Washington yeşil ışık yakmadan gerçekleştirilemeyeceği kanaatinde. Moskova, ABD’nin sonrasında retorikte bu tarz bir federasyona karşı çıktığını ifade etse de sahada en azından böyle bir oluşuma engel çıkarmadığını ve bunun da Rusya’yı ‘bölgede partnerlik ilişkisinde olduğu aktörleri çeşitlendirme ve gerektiğinde -Türkiye ile İran da dâhil- farklı ülkelere karşı kullanabileceği bir enstrüman bağlamında’ denkleme ister istemez dâhil ettiğini düşünüyor.

Yakın bir süre öncesine kadar Moskova’nın söz konusu bu görüşünün en hassas kısmını bu tarz bir muhtemel otonom yapının Akdeniz’e çıkışının olup olmayacağı oluştururken, hâlihazırda daha ziyade Kremlin açısından ne derece güvenilir/kullanılabilir bir aktör olup olamayacağı hususu oluşturuyor. Zira Rusya, Suriye’de askerî operasyonlara başladıktan sonra Suriye’nin kıyı şeridinin ve Lazkiye’nin önemli oranda Esad güçlerinin kontrolüne geçmesini sağlayarak muhtemel böyle bir otonom yapının Akdeniz’e doğrudan çıkış senaryosunu tamamen ortadan kaldırıp bölgedeki (İran’dan Irak Kürdistanı ve sonrasında Suriye’deki PYD kontrolü altındaki muhtemel Kürt otonom bölgesi üzerinden Akdeniz’e uzanan ve Rusya’dan bağımsız inşası tasarlanan) olası yeni enerji hatlarının inşasını da büyük ölçüde kendisine bağımlı kıldı.

Öte yandan, Moskova’nın henüz netlik kazanmayan bölgesel Kürt vizyonunun daha ziyade enerji gibi bu anlamda uzun vadeli stratejiler eşliğinde birden fazla bilinmeyenin veya aktörün olduğu bir denklemi ihtiva etmesi, söz konusu bu vizyonun Rusya açısından istenen düzeyde başarılı sonuçlar vermesini engelleyebilir. Zira Ortadoğu’da tek başına enerji hatlarıyla kurulacak bağlar her hâlükârda Rusya açısından -Türkiye ile yaşanan krizde enerji ilişkilerinin zarar görmeyen tek alan olarak ortaya çıktığı üzere- zamanla bir çeşit karşılıklı bağımlılık da oluşturabilir. Ancak bununla beraber Türkiye’yle ilişkilerin kriz seviyesinde seyretmesinin Rusya’nın Ortadoğu’daki alternatiflerini çeşitlendirmeye çalışmasıyla ve farklı aktörlerin Moskova’ya bölgede Ankara’yı dışarıda bırakan alternatif işbirliği seçenekleri sunmasıyla doğru orantılı bir durum olduğu gözden kaçmamalı. Bu durumu avantaja çevirebilmek ise sahada sürekli değişen dengeler ve en önemlisi de ittifakların hangi temeller üzerinde inşa edildiğinin daha gerçekçi bir şekilde okunmasıyla ve buna göre de yeni stratejilerin geliştirilmesiyle mümkün duruyor.

Yanılsama 3: “Rus ekonomisi çöküşte, bu da yakında Rusya’nın Türkiye politikasında değişime yol açar”

Şüphesiz ki Rus ekonomisi iki yıla yakındır ciddi bir kriz içerisinde bulunuyor. Bunda ise en önemli etkenleri uluslararası piyasalarda petrol fiyatlarının düşmesi ile Batı’nın Ukrayna politikası nedeniyle Rusya’ya karşı uyguladığı yaptırımlar oluşturuyor. Ülkeden sermayenin çıkışı, faizlerin yükselmesi, rublenin değer kaybı da söz konusu etkenlerin sonuçları olarak değerlendirilebilir. Ancak Rus ekonomisindeki bu gerilemenin öncelikle hâlihazırdaki bir tespiti, sonrasında da bunun Moskova’nın Türkiye politikasında ne ölçüde bir değişime yol açabileceği gerçekçi bir analize tabi tutulmalı.

Öncelikle, Rus ekonomisindeki krizin bir süredir kontrol altına alındığının altını çizmek gerekiyor. Bunda küresel piyasalardaki petrol fiyatlarının son 1-2 aydır 40-45 dolar aralığında stabilize olmaya başlamasının etkisi olduğu gibi Rusya’nın petrol üretimini sabitleyip fiyatlardaki keskin dalgalanmanın negatif etkilerini aşma konusunda özellikle OPEC ülkeleriyle girdiği angajman da rol oynuyor. Henüz OPEC ülkeleriyle müzakerelerde net bir sonuca ulaşılamamasına rağmen bu müzakerelerin sürdürülmesinin dahi petrol fiyatları üzerinde Rusya açısından olumlu sonuçlar doğurduğunu belirtmek gerekiyor. Haddizatında Rusya’da petrol üretim maliyetinin rezervlerin yoğun olduğu Batı Sibirya’daki yataklarda 1-2 dolar civarında seyretmesi, diğer bölgelerde de ortalama 3-8 dolar aralığında olması dolayısıyla, petrol fiyatlarının Rus ekonomisini zora sokmasına rağmen muhakkak çöküşe doğru iteceğini sanmak çok doğru olmayacaktır. Ekonomideki mevcut krizin Kremlin’de Ankara’daki siyasî iktidarla ilişkileri tazelemek gibi bir gündem doğuracağını söylemek için ise şu an oldukça erken.

Petrol fiyatlarında gözlenen nispi stabilizasyona paralel olarak Rusya’nın döviz rezervlerinde de son aylarda iyileşme görülüyor. Özellikle, Suriye’ye askerî müdahaleye başladıktan sonra Ukrayna krizi dolayısıyla yaşadığı izolasyonu kıran Moskova, başta Washington olmak üzere Batılı başkentlerle diplomatik temasını artırmış ve kendisine karşı uygulanan ekonomik ambargoyu ilerleyen dönemde kırma fırsatını da bir ölçüde yakalamış oldu. Bu durumun hâlihazırda ekonomiye en çarpıcı etkisi de döviz rezervlerindeki artışta görülüyor. Geçtiğimiz yıl Ağustos ayında 358 milyar dolar seviyesinde seyreden Rusya Merkez Bankası’nın döviz rezervleri, Suriye’de operasyonların başlaması sonrasında sürekli artarak Nisan 2016 itibariyle 387 milyar doları geçmiş durumda. Muhakkak ki bu rakam henüz, Ukrayna krizinin patlak verdiği 2013 Kasım’ındaki Rusya’nın döviz rezervi (524 milyar dolar) düzeyinden oldukça geri. Ancak döviz rezervlerindeki trendin son aylarda pozitif seyretmesi Rus ekonomisinin çöküşte olduğu algısını ve Moskova’nın Ankara’yla ilişkilerinde yakında mecburî bir ray değişimine gideceği beklentisini haklı çıkarmıyor.

Bunun haricinde, Rus rublesinin de son aylarda dolar karşısında değer kazandığı gözden kaçmamalı. Ukrayna’daki krizin şiddetinin yoğun olduğu ve yaptırımların uygulamaya konduğu 2014 yılını ‘1 dolar=58 ruble’ kuruyla kapatan Rus para birimi, ekonomik ambargonun asıl etkisinin hissedildiği 2015 yılı boyunca değer kaybetmeye devam etmiş ve 2016’ya ‘1 dolar=73 ruble’ kuruyla giriş yapmıştı. Son 4 aydır ise rublede nispi bir değerlenme gözleniyor. Petrol fiyatlarına bağlı olarak zaman zaman kısmî salınımlar yaşansa da ‘1 dolar=65-70 ruble’ kur aralığında seyreden Rus para biriminin değerinde ilerleyen dönemde sert dalgalanmalar beklenmiyor. Neticede her hâlükârda 2014-2016 aralığında yaşanan Rus rublesindeki değer kaybının ve de dolayısıyla ülkede yaşanan enflasyon artışının Ankara’yla yaşanan krize doğrudan bir etki oluşturacağını söylemek şu aşamada mümkün durmuyor. Son günlerde Türk medyasında Rusya’nın 2000 rublelik banknotları piyasaya sürmeyi planladığına dair görüşler yer almış ve Rus ekonomisindeki krize işaret edilerek Moskova’nın Ankara’yla yeniden diyaloğa geçeceği öngörülerinde bulunulmuştu. Ancak hatırlatmak gerekir ki, Rusya’da 2006 yılından beri zaten piyasada -en değerli banknot olarak- 5000 rublelik banknotlar yeterince fazlaca bulunuyor. Farklı tarihlerde güncellenmekle birlikte ilk defa 1918 yılında piyasaya sürülen 5000 rublelik banknotların 1000 rublelik banknotlardan sonra Rusya’da hâlihazırda tedavülde olan en yüksek miktardaki banknotlar olduğu dikkatlerden kaçmamalı.

Yine, Rus ekonomisinden sermaye çıkışının da 2015 yılında 2014’e göre oldukça azaldığını belirtmek gerekiyor. 2014 yılında Rus ekonomisinden 153 milyar dolar sermaye çıkarken, 2015’te bu rakamın 57 milyar dolara kadar azalması kısmî de olsa ekonominin toparlandığı algısının Batılı ülkeler tarafından ‘satın’ alındığının göstergesi. Şimdilerde bir kısım AB başkentlerinin Rusya’ya yatırımları yeniden yüksek sesle teşvik etmeye başlamaları ve Rusya’nın G-8’e tekrardan davet edilmesinin gerektiği konusunda Berlin’den gelen son açıklamalar, Rus ekonomisinin dibi gördüğüne ve şu aşamada çıkış trendine girdiğine işaret ediyor. Bu bağlamda, AB’nin Rusya’ya karşı uyguladığı ambargonun da Birlik içerisinde her geçen gün aykırı seslerin çoğalması nedeniyle önceki zirvelere nazaran önümüzdeki Temmuz ayındaki toplantıda ‘otomatik’ bir şekilde uzatılmasının eskisi kadar kolay olmayabileceği not edilmeli. Her ne kadar yaptırımların bu yıl kalkma ihtimali düşük olsa da sürdürülmesi konusunda AB içerisinde artan görüş ayrılıklarının Moskova’nın Birlik ülkeleriyle ikili ekonomik ilişkilerine ve Kuzey Akım-2 gibi projelerin gerçekleştirilme hızına ivme kattığı açık.

Bununla beraber, Rus ekonomisindeki bu tablo, tabii ki Türkiye’ye karşı uygulanan ekonomik ambargonun kesinlikle hiçbir şekilde hafifletilmeyeceği/kaldırılmayacağı anlamına da gelmiyor. Her devletin, uyguladığı tek taraflı ambargoların kendi çıkarlarına daha fazla zarar verdiğini düşündüğü anda bu yaptırımları hafifletmesi/sonlandırması mümkün ki Rusya da bundan istisna değil. Pek tabii Moskova da bir süre sonra gerek Türk gıda ürünleri gerekse de Türk şirketlerine uyguladığı yaptırımlarda, ekonomisine daha fazla rahatlama getirmek amacıyla strateji değişikliğine gidebilir. Ancak bu değişimi, Moskova’nın hızlıca Ankara’yla ilişkilerini eski seviyesine çıkarmak istediği şeklinde okumak doğru sonuçlar vermeyecektir.

Yanılsama 4: “Putin gidici, sonraki Rus liderle ilişkiler rayına girer”

Kasım ayında patlak veren Türkiye-Rusya krizi sonrası Türk medyasında sıklıkla dile getirilen bir diğer yanılsamayı da Devlet Başkanı Putin’in Rusya’daki ekonomik kriz akabinde yaşanması muhtemel toplumsal ayaklanmalarla görevden ayrılmak zorunda kalacağına dair öngörü ve bir sonraki Rus liderle ilişkilerin düzeleceğine dair beklenti oluşturuyor. Bu tarz bir öngörünün öncelikle Rusya’daki toplumsal nabzın yeterince etkin bir şekilde tutul(a)maması ve bunun da ötesinde Rusya’daki siyasî sistemin yakından analiz edilememesiyle ilgili olduğu söylenebilir.

Her şeyden önce Rus ekonomisindeki mevcut gidişatın bir yıl öncesine göre kısmî de olsa umut vermesi böyle bir senaryonun gerçekleşmesini epey zorlayan bir durum. Bununla beraber, 1990’lı yıllarda ülkedeki siyasî istikrarsızlıklardan Rus halkının büyük bir kısmının çektiği sıkıntılar ise hafızalarda oldukça taze. Bu tarz bir toplumsal ayaklanmanın gerçekleşmesinin ülkede yeni siyasî istikrarsızlıklara yol açabileceği ve bunun da ekonomik açıdan yeni krizlere gebe bir durumu beraberinde getireceği açık. Bunun ise Rusya’nın önde gelen siyaset uzmanlarından Profesör Sergei Karaganov’un da belirttiği gibi, siyasî iktidar otoriter eğilimler taşısa da ‘istikrarı’ önceleyen Ruslar için ne derece arzu edilir bir durum olduğu izahtan vareste. Karaganov’a göre tarih boyunca Rus toplumunun demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi değerleri siyasî ve ekonomik istikrara nazaran ikinci planda değerlendirmeleri, ülkede muhtemel sosyal çalkalanmaların sıklıkla yaşanmasının önünü kesen bir set görevi görüyor.

Bunun haricinde, Rus toplumunun çok büyük bir kısmı, Kırım’dan Suriye’ye, Gürcistan’dan Çin’le ilişkilere kadar Kremlin’in dış politikada izlediği stratejiyi olumlu bulmakla kalmayıp Putin’le beraber Rusya’nın uluslararası arenada SSCB dönemindeki gibi ‘saygı duyulan bir aktör’ konumuna döndüğüne dair bir kanaate sahip. Bu politikanın, parlamento dışındaki muhalefetin dahi büyük ölçüde takdirini kazanan bir desteğe sahip olması ise Rus siyasî sisteminin ayırt edici özelliğini oluşturuyor. Ankara’yla ilişkilerin kriz seviyesinde seyretmesinin en önemli nedenlerinden biri de nitekim Kremlin’le beraber muhalefetin de bu politikaya neredeyse ‘kusursuz’ bir şekilde arka çıkması oldu. Rus medyasının bu konudaki rolü ise dış politika kararlarının çok büyük bir kısmında Kremlin’le yakın duruş sergileyen muhalefetin yine karar alıcılarla işbirliğinin doğal bir sonucu olarak okunmalı; yani sistemin işleyişinde olağanüstü bir durum aranmamalı.

Hâlihazırda Rus toplumunun genelinde, olağanüstü bir durum olmazsa Putin’in 2018’deki başkanlık seçimlerine de katılacağı ve seçimleri kolaylıkla kazanıp bir 6 yıl daha iktidarda kalacağına dair yaygın bir kanaat mevcut. 2012’deki seçimler öncesinde Moskova’da gözlenen protesto gösterilerinin (ki bu gösteriler o dönem için birleşik bir muhalefet olmadığı için güçsüz ve sonuçsuz kalmıştı) 2018’e giden süreçte daha güçlü bir şekilde yenileneceğine dair -en azından şimdilik- ciddi bir emarenin de olmadığı göz önüne alındığında, Rusya’da yakında bir iktidar değişiminin olası senaryolar içerisinde yer almadığı söylenebilir. Panama Belgeleri gibi uluslararası skandalların ise Rus toplumunda yankı bulmadığını ve ‘Rusya’da istikrarsızlık amaçlayan dış güçlerin çalışmaları olduğuna’ dair Kremlin’in söylemini destekleyen gelişmeler olarak okunduğunu belirtmek gerekiyor.

Bu çerçevede Kremlin, seçim dönemi yaklaştıkça iç politikada özellikle yabancı bazı STK’lar bağlamında Rusların deyimiyle ‘vidaların daha da sıkılması’ yoluna başvurabilir. Bu noktada Putin’in, doğrudan devlet başkanlığına bağlı, Ulusal Muhafız Birliği olarak isimlendirilen ve yaklaşık 300 bin personele sahip olacak yeni bir güvenlik kurumu kurulması için geçtiğimiz günlerde talimat verdiğini not etmek gerekiyor. Muhtemel muhalif protesto gösterilerinde de görev alması planlanan bu Birliğin, siyasî iktidarın toplumsal ayaklanmalar yoluyla değişim olasılığını tamamen devre dışı bırakmayı amaçladığı söylenebilir. Yine, böyle yeni bir Birliğin özellikle şimdilerde kurulması, muhtemel siyasî krizler öncesi Rusya’daki iktidarın aslî unsuru olan ‘güvenlikçi ekip’ (siloviki) arasındaki güç paylaşımında dengelerin yeniden dağıtıldığının ve yönetimin temel bileşenleri arasındaki konsolidasyonun daha güçlü bir şekilde yenilenmek istendiğinin işareti. Kremlin’in Ankara’daki siyasî iktidarla ilişkilerini bu denli bozma kararının tek başına Putin tarafından alınmadığı, Rus devletinin ‘stratejik aklını’ oluşturan söz konusu ‘güvenlikçi ekibin’ ortak kararı olduğu göz önüne alındığında, Rusya’da zaten yakın bir dönemde oldukça düşük bir ihtimal olarak gözüken iktidar değişiminin muhtemel bir toplumsal çalkalanma sonrasında Türkiye’yle ilişkilerde ‘yeni bir başlangıca’ (reset) yol açacağını sanmak ciddi bir yanılsama.

Sonuç itibarıyla, Kasım ayında patlak veren Türk-Rus krizi sonrasında Ankara’nın, Moskova’yla hem ikili ilişkilerini hem de ‘çıkar ayrışmaları’ ve ‘çıkar çatışmaları’ yaşadığı bölgelerdeki pozisyon farklılıklarını mümkün olduğunca realist bir bakış açısıyla yeniden okuması ve krizin aşılmasına yönelik kısa, orta ve uzun vadeli stratejileri hayata geçirmesi yerinde olacaktır. Krizin çözümünün zamana bırakılması, Rusya’nın tutumu hakkında farklı yanılsamalara yol açabileceği gibi hayata geçirilebilecek stratejilerin başarılı olmasının önünde engeller çıkarabilir. Ankara’nın Moskova’yla yaşadığı krizi diğer bölge ülkeleriyle yaşadığı gerilimlerden ayıran en önemli noktayı, krizin, Türkiye’nin iç ve dış politikasından ikili ve çoklu askerî-stratejik müttefikleriyle ilişkilerine, ekonomik kazanımlarından bölgesel politikalarına kadar birçok alana sirayet ettiği gerçeği oluşturuyor. Bahsi geçen yanılsamaların daha etkin ve hızlı bir şekilde giderilmesiyle krizin aşımı ise bu gerçek göz önüne alınıp zemin-zaman uyumu sağlanarak atılabilecek adımlarla mümkün duruyor. Öte yandan, Türkiye ve Rusya’nın birbirine çok yakın jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel havzaları paylaştığı göz önüne alındığında, uçak krizi tecrübesinin, bölgesel sorunlarda işbirliği perspektiflerini zenginleştirme bağlamında bu süreçte her iki tarafa da bir fırsat penceresi açtığı ve her hâlükârda ilişkiler yeniden rayına girdiğinde krizle kesintiye uğrayan işbirliğindeki açığın daha hızlı bir şekilde kapanması noktasında katalizör görevi göreceği unutulmamalı. Bu gerçek ise iki başkentin, bir yandan mevcut krizi aşma iradelerini tetikleyen temel motivasyon kaynağını oluştururken, diğer yandan da ilişkileri daha güçlü bir şekilde tanımlamak için yeni bir başlangıç yapmak istediklerinde adımlarını tek yanlı değil de her hâlükârda birlikte atmalarını gerektiren bir durumu karşımıza çıkarıyor.
Kerim Has, Usak

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir