KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. TASAVVUF NEDİR ACABA?

TASAVVUF NEDİR ACABA?

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 11 dk okuma süresi
300 0


Bu sayfada şahsımız tarafından yazılanlardan dolayı, bazıları tasavvufun kendisine ve sosyal bir gerçeklik olarak tarikat ve cemaatlere karşı çıktığımızı düşünüyorlarsa yanılıyorlar. Her zaman şunu söylüyoruz; hakiki manada tasavvuf akla, ilme ve nefs terbiyesine, yani insanı insanlaştırmaya yönelik evrensel bir ahlak anlayışına dayanır. Bunu yaparken de, asla insanı, kendine, başkasına ve hayata yabancılaştırmaz. Bilakis kendi içsel derinliğinin farkına vardırıp nefsini anlamayı ve anlamlandırmayı öngörür. Tasavvufun nefs terbiyesi dediği şey, gerçekte metafizik temeli olan soyut aklın güçlendirilmesidir. Bu yüzden nefsin yedi mertebesi aklın yedi mertebesi gibidir. Sufilerin kalp gözü dedikleri, aklın arzu ve öfke gücünden sıyrılıp tahkik derecesine çıkışının bir başka adıdır. Yani kalp gözü denilen şey, aklın, tıpkı filozoflardaki gibi, esas metafizik kaynağı olan faal akılla ittisalini (ittihadını değil) mümkün olduğunca güçlendirmektir. Bu noktada onlar için bilgi, somut ve soyut anlamda çift yönlü bir karaktere sahip olan aklın, çabasından başka bir şey değildir. Yani bilgi, onlara göre, nesne ile ilişkiden doğmakla birlikte hakikatte metafizik bir seziştir. Bu, Platoncu anlamda bir hatırlama değil aklın somut çabasına ve birikimine bağlı tamamen insani gayret temelinde oluşan, ancak, yapısından dolayı, metafizik temeli de bulunan bir bilgi edinme faaliyetidir. Bu açıdan sufiler ve filozoflar bilginin ilahi mahiyetine atıfta bulunurlar ve sistemlerini bunun üzerine kurarlar ve mecazen bu bilgi bana ait değil derler.
Meşhur sûfilerin çoğunun görüşleri, Kelamcılardan daha çok (müteahhirun Kelamcıların birçoğu istisna) İslam filozoflarına yakın ve hatta çoğu zaman aynıdır. Ahmet Yesevi’nin dediği gibi, tarih boyu, evde yapacak işi ve geçim kaynağı olmadığı için mustasvif (sufi taslağı) olanları bir kenara bırakacak olursak hakiki sufiler, aynı zamanda bir filozoftur. Meselâ, Hakim Tirmizi’nin, Sülemi’nin, Yunus Emre’nin, Aşık Paşa’nın, Mevlana’nın, İbn Arabi’nin, Davud Kayserî’nin, Molla Fenari’nin birçok anlayışının Sokrates’ten, Platon’dan, Farabi’den, İbn Sina’dan fikri bakımdan temel bir farkı onun için yoktur. Varlık, bilgi, insan ve ahlâk anlayışları, bazı ayrıntılar hariç, birbirine oldukça benzerdir. Söz konusu sufi kitaplarda yer alan akla yönelik eleştiri, bugün ortalığı kaplamış olan cahil sufi taslakları ve onların sözde tahsilli ve tahsilsiz takipçilerinin savunduğu türden bir eleştiri değil, aklın derecelerine imada bulunan felsefi bir eleştiridir. Bu durum, öğretimin, ilmin, tefekkürün giderek zayıflamasıyla son yüzyıllarda giderek yanlış anlaşılmış ve akıl-bilim düşmanlığına ve sanki bilginin, hiçbir çaba göstermeksizin insana aktığı sözde “vehbî” bilgiye dönüşmüştür. Dolayısıyla, son yüzyıllarda ve bugün artık herkesin irfan adını verdiği şey; bahsedilen gerçek anlamdaki felsefi, tasavvufi ve aklî anlamdaki bir irfan değildir.
İşte bizim karşı çıktığımız ve “acaba?” sorusunu sorduğumuz husus, bugünkü dini grupların tasavvufi gruplar olarak tanıtılmaya çalışılmasıdır. Olayın hukuki, sosyolojik ve psikolojik yanı bir tarafa, tarihi, tasavvufi ve felsefi anlamda bu doğru değildir. Bunlara belki toplumsal yardımlaşma ve dayanışma kurumları denilebilir. Bugünkülerin çoğu, sözde en aklı başında görünenleri de dahil, akıl ve bilim düşmanı, sevgi ve merhametten nasipsiz, zikirlerini, tesbihlerini adeta kendilerinden başkalarının yanlışlığı ve ötekiliği üzerine bina eden, her çektiği zikir sözüyle atomu değil toplumu ve insanların kalplerini parçalayan, şeyhinin sözünü vahiy gibi tartışılmaz kabul eden, ilimden yoksun, şekilci, cahil ve sadece taklit eden yarı tekfirci veya tam tekfirci her geçen gün selefileşen gruplardır. İçlerinde elbette samimi olanları vardır. Ancak bunlar bile, Türkiye içinde ve dışında yaptıkları faaliyetlerde insanları; ilme, araştırmaya, öğrenmeye, hayata değil hep kendi basit ve anlamsız ve hatta çoğu zaman insanları yanlışa düşüren, aklı ve bilimi inkâr eden eserlerinden başkasını okumamaya, sadece öteki hayata, bunalıma yönlendirmektedirler. Bununla da kalmamakta üniversitelerde güya bilim üreten İlahiyatçı ve İlahiyatçı olmayan akademisyenleri bile, sözde “tevhidi eksen”de ilim yapmak adına insanları bilimden, gerçeklikten, hayattan uzaklaştırmaktadırlar. Bunu yapmakla da kalmamakta, kendileri gibi düşünmeyenlerin; zavallı, oryantalist, pozitivist, neo-mutezilî, şii, nefsine yenilmiş ve yanlış yolda kimseler olduklarını yaymaktadırlar. Bu gruplara din baronu ve din mafyası dememiz bu yüzden doğru değil midir acaba? Bu tür kurumlara bırakın dini amaç güden kurumlar demeyi, çoğuna, dini terbiye alsın diye çocuk, genç emanet etmek bile yanlıştır. Hatta aynı durum Diyanet Kur’an Kurslarının bazıları için de geçerlidir. Çünkü bunların bazıları, bu tarikatlar tarafından ele geçirilmiştir ve bu Kur’an Kurslarında Kur’an’ın yüzeysel ezberletilmesi ve basit ilmihal bilgilerinin (çoğu da yanlış ve korkutucu bir şekilde) öğretilmesinin dışında bir şey yapılmamaktadır. Bunlar da zaman zaman dayakla öğretilmektedir. Hafızlığın dayakla birlikte anılması İslam dünyasının her yerinde sıklıkla yaşanan yürek kanatıcı bir olgudur. Bütün bunlar doğru değil midir acaba?
Çocukları, gençleri tamamen şekilci bir şekilde, hayattan uzak, katı, din-i-dar ve ezberci yetiştiren söz konusu sözde sufi gruplar, kendi önderlerini yere göğe sığdırmamakta, onlara âlim, allâme, molla, sahibü’z-zaman, bediü’z-zaman, mehdi, son veli gibi sıfatları rahatlıkla yapıştırmaktadır. Bizler İlahiyat Fakültelerinde hiçbir hocamıza “alim” ismini dahi vermezken, bunların çoğu bırakın müridlerini, kendileri bile kendilerini; âlim, mutasavvıf, veli, seyda, kutub, gavs şeklinde isimlendirmekte ve dahi Türkiye âlimleri, Anadolu âlimleri, dünya âlimleri şeklinde birlikler bile oluşturmaktadırlar. Neden acaba? Bunların çoğu öyle gözleri dönmüş, öyle akıl dışılık müptelâsı olmuşlardır ki, bir iki örnek vermek gereklidir. Meselâ geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı’na nasihat veren Hollandalı vaiz profesör, Said Nursi’nin “ahir zamanda beklenen gerçek Mehdi” olduğuna tam bir imanla inanacak kadar akıl kanseri olabilmiştir. Mehdi var mıdır acaba? Yine sözde ihlaslı bir grubun müntesibi bir başka tarihçi vaiz profesör, kendi gazetesinde; “Ehl-i sünnet dairesinden çıkan insanların genelde ortak bir özellikleri bulunmaktadır. Bunlar Müslümanların dışındaki insanları da cennete koyma noktasında müthiş bir gayret göstermektedirler. Neden acaba?” diye sorarken bu görüşü, bu şekilde ahlak dışı magazinleştirmeden, İbn Arabi’nin ve İbn Teymiye’nin savunduğunu neden söylemiyor acaba? Yine büyük bir cemaatin önderinin, kendisine bağlı olanlara ve dünyanın birçok yerindeki hizmet ağındaki insanlara İslam’da aklın ve felsefenin yerinin olmadığını söyleyip bir de Kadir Mısırlıoğlu’nu, Necip Fazıl’ı, Gazali’nin sadece Munkiz’ini, İmam Rabbani’nin Mektubat’ını tavsiye etmesi ne anlama gelmektedir? Buna, “hocamız uzman olmayanların felsefe okumalarına karşı çıktı” gibi yalan yanlış cevaplar yetiştirmeye çalışacaklara şimdiden tavsiye edilen Mektubat’ı bir kez okumalarını tavsiye ederim. Mektubat’ı, tasavvufun mahiyetine vakıf olmayan sıradan bir mürid okuduğunda neler anlayacaktır acaba? Bugünkü yapılanmalar; ister Yıldız, ister Şenocak, ister Cübbeli, ister Gencer, isterse bilmem hangi gavslar ve veliler olursa olsun, bağlılarına geleneksel İslam düşüncesinin içeriğinden, felsefi ve fikri kalitesinden tamamen uzak, günümüze de uyarlama ihtiyacı hissetmeksizin önce insan olmayı, mümin de-kafir de olsa insanlarla adalet ve saadet ekseninde Topçu’nun da dediği gibi, merhamet, hürmet ve hizmet doğrultusunda yaşamayı neden öğretmiyorlar acaba? Devletin en önemli organlarında belirli dini gruplara üye olup bunun propagandasını yapan bürokrat tayfasının devletin kurumlarını belirli dini grupların zihniyetine yönlendirme çabasını engellemeden bu memlekette dini anlayış düzelir mi acaba? Cumhurbaşkanı’nın açıklamasını dine müdahale olarak değerlendirenler ve mihne başlıyor diyenler, birkaç yüzyıldır Müslüman dünyasının ensesinde boza pişirdiklerini, her yeni düşünceyi bidatçilikle suçladıklarını, başta Ankara İlahiyat olmak üzere, İlahiyatlara, “dini bozan” kurumlar olarak baktıklarını ve halen devlet kurumları tarafından fonlandıklarını, esas müdahaleci ve mihneci zalimlerin kendileri olduklarını bilmiyorlar mı acaba? Velhasılı kelam, sufiyiz diyerek ilmin, tahkikin canına okuduklarını ve bütün tasavvufi kavramların içini boşalttıklarını bilmiyorlar mı acaba?
İbrahim Maraş

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir