KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Neoselefîliğe Bir Cevap Yahut İbn Teymiyye’yi Doğru Tanımak

Neoselefîliğe Bir Cevap Yahut İbn Teymiyye’yi Doğru Tanımak

Hasan Oktay Hasan Oktay - - 20 dk okuma süresi
362 0

Neoselefîliğe Bir Cevap Yahut İbn Teymiyye’yi Doğru Tanımak

İslam düşünce tarihi içinde Selefîlik diye bilinen akım, özetle tarihi süreç içinde Müslümanlar arasında oluşan geleneği veya Müslüman olan toplumların kendileri ile birlikte getirip de İslam medeniyet havuzuna armağan ettikleri kültür birikimini hiçe sayan hatta daha açık ifade ile bunları “şirk” kabul edip reddeden ve kendilerini doğrudan Kur’an ve Rasûl’un selefleri sayan bir düşünce yapısıdır. İslam tarihi içerisinde mezheplerin oluşmaya başladığı süreç ile birlikte böyle bir yaklaşım hep varlığını korudu ve tarihsel süreç içerisinde giderek keskin bir söyleme dönüştü. Kültürü Geleneği özetle beşeriyete dair var olan her şeyi yok sayarak mekanik bir inanç tasavvur eden bu söylem tarih boyunca Müslüman toplumlar arasında marjinal bir hareket olarak kalmakla yetindi.
Geçmişteki tartışmaları ve tutumlarından ayrı bir boyutta bugünün Selefîliğinin durumuna bakıldığında daha acı bir tablo görülmektedir. Modern manada Selefîlik –ki burada kavram sadece bu mezhebin bugünkü temsilcilerini değil bir betimle itibari ile bu tarzda yaklaşımlar gösteren nevzuhur pek çok fraksiyonu olan bir eğilimi tanımlamaktadır- bin dört yüz yıllık tarih içinde oluşan geleneği birikimi değerleri yok saymakta, şirk ve günah kabul edip reddetmekte ve bin dört yüz yıl önce Peygamber dönemindeki orijinal “inanca” ve yaşama geri dönme çağrısında bulunmaktadır. Beşeri imkanlar çerçevesinde hiçbir gerçekliği olmayan bu söylem çok daha ciddi sıkıntıları da bünyesinde barındırmaktadır. Söylemin iddiasına göre bin dört yüz yıllık süreç içinde gerek Araplar gerek Farslılar gerekse Türkler; bütün Müslüman olan toplumlar İslamiyet’ten önceki gelenek ve göreneklerini de İslamiyet içine taşımışlardı. Onların İslamiyet’te olmayan bu gelenekleri bidatti, hurafeydi hatta şirkti. Bunlarla birlikte sürdürülen bir inanç İslamiyet değil başka bir şeydi. “Gerçek İslam” ise Kur’an’da anlatılan İslam’dı. Bunun dışında kalan her türlü beşeriyete dair birikim ve yaşantı dinen uygun olmayan şeylerdi ve reddedilmesi gerekirdi. İşte böyle bir düşünce bünyesinde çok ciddi bir sıkıntıyı barındırmaktaydı. Allah’ın emirleri olan Kur’an ayetlerini ve onların bir manada ilk elden tefsiri olan peygamber örnekliğini ve sözlerini kendine örnek alarak imbik imbik yaşamın her alanına işleyen pratik imkanlarını tecrübelerini ortaya koyan böylece dünyanın en naif kimlik ve kültürlerinden birini oluşturan; inancı, sadece mekanik teorik bir söylem olarak bırakmayan pratik bir yaşanırlık kılan geleneği ve birikimi, bidati diyerek “Allah’ın Dini”ne şirk diyerek reddeden Selefî akıl bunun yerine ise modern batının ürettiği aklı birikimi ve düşünce yapısını koymaktadır. Böylece bu kafa dini, gelenekten, maneviyattan ruhtan yoksun batıda modern zamanlarda türeyen ideolojilerden biri haline getirmektedir. Bu özelliği ile İslamiyet’in kendi ikliminde kendi gölgesinde nas ve sünnetin referansı ile oluşana bidat diyerek reddenler, sahihlik iddiasında bulunanlar; İslam inancını İslamiyet’in ruh ve kültür dünyası ile bağı olmayan hatta bu kültürün en ciddi tarihsel rakibi olan Batı dünyasının ideolojiler iklimine benzetmesinin kendi karşı çıktığından ne kadar daha vahim bir bidat ve şirk olduğunun farkında bile değildir. İnsanlığın başına dert olan bu asimetrik zihniyetin geçmiş referansları kurcalandığında önemli bir isim ile karşılaşılmaktadır. Bu, XIII. yüzyılın önemli İslam alimlerinden olan İbn Teymiyye’den başkası değildir. Bu reddiyeci terminolojik tanımı ile “tekfirci” zihniyetin hemen bütün referanslarında İbn Teymiyye ismi görülmektedir. Bu koşullar altında neoselefîliği tanımlamanın yolu birazda İbn Teymiyye’yi tanımaktan geçmektedir. İbn Teymiyye’nin iyi bir tarih bilgisine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Kadim uygarlıkları tanıyan Teymiyye, bu uygarlıkların bazı uygulamalarının tarikat ritüelleri aracılığı ile İslamiyet içinde kendine yer bulduğunu tespit etmişti. Buradan hareketle de tasavvuf karşıtı bir söylem geliştirmişti. Bunu yaparken Teymiyye’ye göre, tasavvuf, Moğol istilasına karşı direnişi kıran ve Moğolların hâkimiyet kurmasını sağlayan bir unsurdu. Bu itibarla da mutasavvıfları ihanetle suçlamaktaydı. Teymiyye’nin bu yaklaşımı tasavvufa dair hala geçerliğini koruyan bir söylemin de oluşmasını sağlamıştı. İslam dünyasında sufî çevrelerin Moğollar ile olan ilişkilerine karşı değerlendirmelerin Teymiyye’nin söylemlerinin gölgesinde geliştiği söylenebilir.
10 Rebîülevvel 661’de (22 Ocak 1263) Harran’da doğan ve köklü alim bir aileden gelen İbn Teymiyye’nin en belirgin özelliği tasavvufi guruplara karşı olan tavrı idi. O tasavvufu yukarıda aktarılan düşünce mantığı çerçevesinde İslam dışı bir yapı olarak görmekteydi. Onu tasavvufi guruplar ile daha da derinden ayıran ayrım Moğol istilası ile başlamıştı. 656 (1258) yılında Moğollar’ın Bağdat’ı istilâ etmeleri ve akınlarının kendi yaşadığı bölgeye kadar uzanması üzerine 667’de (1269) Dımaşk’a göç etti. Sükkeriyye Dârülhadisi’nde müderrislik yaptı. Böylelikle İbn Teymiyye pek dillendirilmese de açık bir biçimde Memlûk Devletinin himayesine girmiş oldu. Tasavvuf akımın daha az etkin olduğu bu dünyada tasavvufa karşı fikirleri daha kolay yeşerecek bir zemin bulmuş oluyordu. Moğollar yüzünden göç etmek zorunda kalan Teymiyye’de güçlü bir Moğol karşıtlığı oluşmuştu. Fikrî mana da Moğollara karşı en sert tepkilerden birini Teymiyye dillendirmekteydi. İran ve Azerbaycan çevresinde bazı mutasavvıfların da yeni kurulan Moğol kökenli devletin destekçisi olmaları Teymiyye’yi bu gruplara karşı daha da sert davranmaya itmekteydi. Hülegü öncülüğünde batıya doğru ilerleyen Moğol ordusunun Baybars tarafından Filistin civarında Ayn-ı Câlût’ta ağır bir yenilgiye uğratılması Hülegü’nün ordunun başında olmamasını fırsat bilen Baybars’ın Moğolları geri püskürtmesiyle Fırat nehrinin iki devlet arasında sınır haline gelmesiyle birlikte Orta Doğu’da siyasi bloklaşma şekillenmiş oluyordu. Bu tarihten sonra Orta Doğu Memlûk-İlhanlı rekabetine şahit olacaktı. Bu siyasî rekabet sürecinde Memlûk Devleti’nin en büyük fikrî argümanı “cihad” olmuştu. Müslüman dünyanın büyük bir çoğunluğunu hakimiyet altına alan ve İslam medeniyetinde telafi olması çok zor tahribatlara yol açan Moğollara karşı güçlü ve bağımsız tek Müslüman devlet olma sıfatıyla siyasi ve askeri mücadelesini sürdürmekteydi. Bu zemini daha meşrulaştırmak ve güçlendirmek için Memlûk hükümdarı Baybars son Abbâsî halifesinin soyundan gelenler üzerinden bir hilafet kurumu da oluşturmuştu. İşte bu siyasi koşullar altında İbn Teymiyye’de mensubu olduğu Memlûk Devleti’nin söylemleri doğrultusunda fikrî bir söylem geliştirmekteydi.
Memlûklerin Müslim-Gayrimüslim olgusu üzerine oturttukları bu siyasi rekabete erken dönemlerde gayet güzel işlemekteydi. Hatta Memlûkler bu itibar ile İlhanlı hakimiyetinde bile Müslüman zümrelerin hamisi durumuna gelmişti. Fakat Memlûkleri rahatlatan bu koşullar çok uzun sürmemişti. İslam medeniyetine büyük zararlar veren Moğollar içinde bulundukları koşulların kaçınılmaz bir sonucu olarak gün be gün İslamiyet’e yakınlaşmaktaydılar. Teküder’in Ahmed adını alıp Müslüman olması ve devam eden savaşları bu yolla ile bitirme girişimi İlhanlı sarayındaki ilk ihtida hareketiydi. Fakat Teküder bu yaklaşımına Memlûk sarayından beklediği olumlu cevabı alamadığı gibi Memlûk sultanı Kalavun tarafından da ağır bir ültimatoma uğramıştı. Memlûkler onun bu değişimini samimi bulmamışlardı. Zaten ülke içerisinde de koşulları ve alt yapısı oluşmadan gerçekleşen bu ihtida hareketi Teküderin sonun getirmişti. Budistlerin kışkırttığı noyanlar Teküder’i halledip yerine Argûn’u hükümdar yapmışlardı. Böylece İlhanlı Devleti’ndeki ilk ihtida hareketi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Memlûklerde bunu zaten istemiyorlardı. Her ne kadar Memlûkler İlhanlılar ile olan rekabete dinî bir meşruiyet giydirmiş olsalar da sonuçta söz konusu olan iki devletin bölgede giriştiği hakimiyet mücadelesinden başka bir şey değildi. Moğolların gayrimüslimliği bu manada rekabetin bu beşeri yönünü gayet iyi kamufle etmekteydi.
Fakat Memlûklerin bu beyin konforu uzun sürmemişti. İlhanlı tahtına Argûn’dan sonra çıkan Gâzân Han’ın Mahmud adını alıp Müslüman olmasıyla İslamiyet apaçık bir kültür ve inanç zaferi kazanmış oluyordu. Pek çok hususu derinden etkileyen bu durum Orta Doğu’da iki ülke arasındaki rekabeti de baştan şekillendirmiş oluyordu. Bozkırdan gelen İlhanlıların Müslüman olması ile bu sefer rekabetin fikrî ve meşruiyet galibi İlhanlılar olmuştu. Gâzân Han’ın Müslümanlığı İlhanlılar üç asrı aşan bir süredir bölgede varlığını hisseden Müslüman Türk devletleri kimliğini kazanmış, o geleneğin takipçisi olmuştu. Böylece Türk soylu Müslüman padişahlar devri İlhanlılar eliyle yeniden başlamış oluyordu. Belli bir töreye ve soya doğrudan dayanmayan Memlûkler için bu ciddi sıkıntı oluşturmuştu. Köle soylu askerlerin ulus (il) yoksunluğu ve bunun yarattığı töre eksikliği Memlûk-İlhanlı rekabetinde İlhanlılara ciddi bir meşruiyet avantajı sağlamıştı. Bu Gâzân Han’ın Şam seferi esnasında Kalavun’a karşı sarf ettiği sözlerde açıkça kendisini göstermektedir.
Rekabetin bu noktaya geldiği aşamada artık “cihad” söylemi Memlûkleri kurtarmamaya başlamıştı. Önceleri Müslim-gayrimüslim savaşı olarak görülen bu rekabet şimdi iki Müslüman ülkenin rekabetine dönüşmüştü. Dolayısıyla olayın cihad boyutu kaybolmuş beşeri siyasi bir hakimiyet kavgası olduğu açığa çıkmıştı. Bu noktada devreye İbn Teymiyye girmişti. Teymiyye Moğol karşıtı söyleminden ve Memlûk Devleti’nin yanındaki duruşundan asla taviz vermeden Moğollara karşı söylemine devem etmekteydi. İbn Teymiyye’nin bu söylemini sadece itikadi ve fıkhî çerçevede değerlendirmemek gerekir. Teymiyye’nin durumu da geliştirdiği söylemde önemli bir belirleyicidir. Teymiyye, Suriye topraklarında yaşayan Memlûk siyasetinin himayesinde bir alîmdi. Onun, Moğol ve Moğol yanlılarına olan karşıtlığı, dayandığı Memlûk siyasetiyle bağlantılı olarak değerlendirilmelidir. İbn Teymiyye Moğol karşıtlığında o kadar ileri gitmişti ki, Moğollar Müslüman olduktan sonra bile onların imanlarının samimi ve makbul olmadığını ileri sürmüştü. Onun bu düşüncelerini en net bir biçimde Gâzân Han’ın Şam seferi üzerine kaleme aldıklarından öğrenilebilinir. “Moğol hükümdarı Gâzân ve yandaşları Dımaşk’a geldiklerinde Gâzân İslam’a girdiğini ilan etti. Ancak yaptıklarından ne Allah azze celle ne Resulü (s.a.v.) ve ne de Müslümanlar razı olmadılar. Çünkü onlar asla hiçbir şekilde İslam dinin emirlerine uymadılar.” İbn Teymiyye, Gâzân Han’ı Şam seferinde yakından tanıma imkanı da bulmuştu. Kendi ifadesine göre karşısına çıkıp onu Hakka davet etmişti. Onun bu ifadesinin diplomatik bir dil olduğunu anlamak çok güç değildir. Keza yine kendi eserinde Gâzân Han’ın Şam seferinin başarısızlığını aktarırken Allah onların ordusunu hezimete uğrattı ve zelil kıldı şeklinde değerlendirmiş Memlûk ordusunu kastederek Allah’ın izni ve bizim desteğimizle İslam orduları muzaffer oldular Şeklinde yorumlamıştır.
İbn Teymiyye’yi bu şekilde konuşturan temel unsur ise Moğollar Müslüman olmalarına rağmen devletlerini hala “yasa” ile yönetiyor olmalarıydı. Teymiyye’nin düşüncsine göre bu Onların Müslümanlığına maniydi. “tüm işlerini Kur’an’a göre yapmalıydılar” bunu yapmadıkları için onlar Müslüman olarak kabul edilemezlerdi. Aynı eleştiri Selçukluların İslam dünyasında siyasi bir güç oldukları XI. yüzyılda da bazı çevreler tarafından eleştirilmiş bu eleştirilere en güzel cevap İmam Gazalî tarafından verilmişti. Şimdi tamamen siyasi bir arka planı olan bu dil Teymiyye dilinden İlhanlılara karşı gündeme geliyordu. Halbuki İslam dünyasının en muteber alimlerinin ittifaken belirttiği gibi dinde kuralları belirlerken uygulama öncelikle Kur’an’da’dır. Kur’an’ın açık bıraktığı hüküm koymadığı noktalarda da başvurulacak kaynak peygamber örnekliği yani hadis ve sünnettir. Bunların açıklayamadığı bir durum ile karşılaşıldığında ise bu sefer yapılacak şey o muhitte uygulana gelen eski kanunlar, uygulamalardır. İşte hem İmam Hanefî’de İmam Şafî’de hem de İmam Matûridî’de en açık ve net bir biçimde ifade dinin bu özelliği örfü yani Türklerin töresini Moğolların yasasını tasavvuf gibi kadim kültürlerden imbek imbek damıtılarak oluşan nadide bir kültürü ve daha nice unsuru temel hükümlerle çelişmediği sürece dinin bir parçası haline getirmektedir. Bu açıdan bakılınca geleneğimiz içinde tekfire uğraması gereken pek fazla bir uygulamada bulunmadığı görülmektedir. Tabiî ki kültürden hikmetten irfandan nasibi olmayan bir gürûhun bu naifliği ve derinliği anlamsını beklemek beyhude olacaktır.
İşte XIV. yüzyılda Teymiyye’nin tamamen mensubu olduğu siyasî yapıyı fikren rahatlatmak ve meşrulaştırmak üzere geliştirdiği bu söylem bugün insanlığın en büyük sorunun da kaynağı durumundadır. Her türlü kökten gelenekten ve bağlarından kopan ve bunlarla kavgalı bir ruha bürünen böylesine bir zihnin doğal sonucu yaşandığı dünya ile savaşan bir kimliğe bürünmesidir. Karşısındakiler eğer “Müslüman” değilse ve de “Allah’ın dinine” zarar veriyorsa onlarla savaşması gerekecektir. Onlarda zaten onu yapıyorlar. Ama bunu aynen Teymiyye’nin öğrettiği gibi yapıyorlar Müslümanları önce kafir ilan edip sonra da onlara karşı cihad ediyorlar! Her türlü kökten gelenekten ve bağlarından kopan bu zihin her türlü unsurun taşeronu olmaya mahkumdur. Çünkü toplumları ve kişileri bir yerde tutan ve koruyan gelenekleri ve kültürleridir. Bunu yitirmiş yahut hiç kazanamamış olan bir kitle karşılaşılabilecek en tehlikeli kitledir.
Yaşanan tecrübeler açıkça göstermektedir ki gidilecek yol mekanik bir ideoloji misali köşeli hükümlere boğulmuş modern zihnin artıkları ile kirlenmiş bir algıdan ziyade tarihi tecrübe ile yaşamışlıkları insanı hayatı kültürü geleneği kısacası insanlığı içinde barındıran tarihten gelen tecrübeden başkası değildir. Bu noktada tavsiye olunacak şey İslam coğrafyasının çeşitli noktalarına yardım ulaştıranlar bu yardımları ile birlikte oralara Hoca Ahmed Yesevî’yi, Yunus Emre’yi, Mevlânâ Celâleddîn Rumî’yi, Hacı Bektaş Veli’yi, Hacı Bayram Veli’y,i Beyazıd-ı Bestamî’yi, Ebul Hasan el Hârakânî’yi, Şah-ı Nakşıbend’i de getirmeleridir. Kadim uygarlıkların birikimlerini alıp bin dört yüz yıl içinde katlanarak harmanlanarak oluşan bu derin ruh ve kültür tazelenip diriltilmez ve insanlığa sunulmaz ise bu ve benzeri haşarat fikir dünyamızdan da siyasi coğrafyamızdan da eksik olmayacaktır.
Dr. Kemal Ramazan Haykıran

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir