KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Moğolların Müslüman oluşu

Moğolların Müslüman oluşu

Hasan Oktay Hasan Oktay - - 33 dk okuma süresi
557 0

Moğolların Müslüman oluşu
haykuran
Moğolların XIII. yüzyılda neredeyse bütün Avrasya’yı saran saldırıları insanlık tarihinin eşine az rastlanır olaylarındandır. Bütün dünyayı kasıp kavuran Moğol istilası İslam dünyasının da başına gelen büyük bir felaket olmuştu. Müslümanların beş asır boyunca oluşturduğu medeniyete telafisi çok güç olacak tahribatlar vermişti. Bütün bu olumsuz koşullara rağmen Moğollar İslam dünyasının büyük bir çoğunluğunu hakimiyetleri altına aldıktan kısa bir süre sonra zarar verdikleri bu medeniyetin inancına teslim olmuşlar kendilerine din olarak İslamiyet’i seçmişlerdi. Bu gelişme İslamiyet’in Şamanizm başta olmak üzere bölgenin tüm inançlarına karşı apaçık bir zaferiydi. Bu olay bile başlı başına İslam medeniyetin gücünü ve derinliğini göstermektedir.

Moğolların İslam Dünyasına Girişleri

Moğolların İslam dünyasında yarattığı yıkım tarih boyunca Müslümanların başına gelen en büyük felaketti. İslam tarihi açık bir biçimde Moğol istilası öncesi ve sonrası diye ayrılabilmektedir. Bu öyle büyük bir felakettir ki yol açtığı tahribatın hala telafî edilemeyen yönleri varlığını koruyor. Moğol hükümdarı ve İlhanlı devletinin kurucusu Hülegü’nün kaynakların verdiği bilgilere göre 150.000 kişilik kalabalık bir ordu ile Ceyhun’u aşıp Ön Asya’ya inmesi İslam coğrafyasının karanlık dönemlerinin de başlangıcı oldu. Büyük kıyım ve yıkımlarla ilerleyen Hülegü nihayetinde Bağdat kapılarına dayandı. 17 Ocak 1258 tarihinde Abbasî Halifesi, El-Muta’sım’ın beş asırlık Hilafeti sona ermiş oluyordu. Bu yaşanan olay Müslümanlar için büyük bir çöküntüydü. Yaşanan maddi yıkım ve katliamın üzerine İslam’ın siyasi gücünü temsil eden Hilafetin düşmesi Müslümanlarda büyük bir çöküntü yaşatmış oldu.
İslam’ın Savunucusu Memlûkler ve Moğollar

Türkiye Selçuklularının da 1243 Kösedağ savaşından sonra Moğol tahâkkümü altında kaldığı hatırlandığında bu tarihten sonra Müslümanların tek sığınağı Mısır’da kurulan Memlûk Devleti oldu. Memlûkler Asya içlerinden başlayıp tüm Avrasya’yı kasıp kavuran Moğol ilerleyişini durduran yegâne güç oldular. Bu bağlamda kuşkusuz en önemli olay Ayn-ı Câlût Savaşı’dır. Hülegü’nün kalabalık bir ordu ile Müslüman beldelerini teker teker zapt ederek batıya doğru ilerlemesi Memlûk Ordusunu da harekete geçirir. 1258 senesinde Hülegü’nün Bağdat’ta büyük bir kıyım yapması ile Hilafete son vermesinin ardından daha batıda ki topraklara da yönelerek ilerleyişini devam ettirdi. Bu dönemde Memlûk Sultanı olan Kutuz kalabalık bir ordu ile Kuzeye yöneldi ve Gazze şehrini ele geçirdi. Bu tarihte Memlûklerin kuzey birliklerinin başında -sonrasında da hükümdar olacak- Baybars bulunmaktaydı. Baybars birlikleri ile kuzeye doğru seferine devam ediyordu. Hülegü ise kendisi Karakurum’a dönmüş ordularını ise batıya doğru ilerletmeye devam etmişti. Neticede birbirine doğru yönelen iki ordu 3 Eylül 1260 tarihinde Ayn-ı Câlût mevkiinde karşılaştılar. Memlûklerle İlhanlılar arasında yapılan savaşta Hülegü’nün ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Böylece Moğol orduları Cengiz Han ile başlayan ilerleyişlerinde ilk defa durdurulmuş oluyordu. Moğol gücünün bozguna uğramasını ve Hülegü’nün de Karakurum’a dönmesini fırsat bilen Kutuz, daha kuzeye ilerleyerek Suriye’deki toprakları kendi siyasi hâkimiyeti altında topladı ve Suriye ile Mısır’ın birleşmesini sağladı. Artık Fırat Nehri iki devlet arasındaki sınırı oluşturmuş oluyordu.
Başarısız Bir İhtidâ Girişimi: Teküder’in Müslümanlığı

Memlûkler’in yanında İlhanlılarla Müslüman olduklarından dolayı İlhanlılarla ters düşen bir diğer devlette bir Moğol devleti olan Altın Orda idi. İlhanlıların kuzeyinde kurulan diğer bir Moğol devleti Altın Ordu’nun da erken tarihlerde Müslüman olmasıyla İlhanlılar güçlü bir İslam baskısı altında kaldılar. Kuzeyde Altın Ordu’nun Müslümanlığı ve aralarında yaşanan rekabet, güneyde Memlûklerin aynı şeklide Müslüman bir güç olarak karşılarında durmaları bunların yanında bir de yönettikleri toplumun büyük çoğunluğunun Müslüman olması İlhanlıları güçlü bir baskı altında tutuyordu. Bu koşullarda İlhanlı yöneticilerini adım adım İslam’a doğru itmekteydi. Teküder’in Müslüman olup Ahmed adını alması tamamen bu koşullar altında gelişti. İlhanlıların artık Müslüman bir hükümdarı vardı. Teküder’in Memlûkler karşısında Humus’da yenilmesinin hemen ardından Müslümanlığını açıklaması da bu etkiyi açıkça göstermektedir. Teküder, hemen ardından Memlûkler’e bir barış çağrısı göndermişti. Ama bu çağrı ikna edici ve sonuç verici bir özelliğe sahip olmadı. İlhanlı sarayında henüz koşulları oluşmamış bu ihtida girişimi Budistlerin kulis faaliyetleri neticesinde Teküder’in de hayatına mal olarak akamete uğradı. Henüz siyasi ve sosyal koşulları oluşmamış bu ihtida girişimi böylece başarısızlığa uğramış oluyordu. Fakat siyasî olarak başarısız olan İslamiyet, kültürel ve düşünsel boyutta ise içten içe Moğolları şekillendirmekteydi. Moğol emirlerinin karşısına bir güç dengesi olarak çıkan başta Cüveynî ailesi ve Nasîrüddîn Tûsî olmak üzere İranlı yerli bürokrat sınıfının hepsi Müslüman’dı. Bunların iyi idareciler olmaları ve başarıları bir taraftan devleti ayakta tutup istila sürecinin daha hafif geçmesini sağlarken diğer taraftan inceden inceye İslamiyet’i İlhanlı hanedanına işlemekteydi.
Moğolların Kalbini İslam’a Isıtan Sufîler

Moğol hâkimiyeti ile beraber Müslümanlar arasında tasavvufî düşünce iyice yayıldı. Bu noktadan hareketle tarihçiler tasavvufi eğilimlerin güçlenmesini yaşanan tahribat karşısında bir sığınak arayışı olarak değerlendiriyorlar. Sufî hareketler sadece mistik sığınaklar değil aynı zamanda Moğollara karşı direnişinde merkezini oluşturdular. Moğollara karşı isyanların çoğunda tasavvufi guruplar ön planda olmuştu. Daha ilk Moğol akınları zamanında 637/1239’da Buhâra’da Ebû’l-Kerem ed-Tarâbî adında bir şeyh Moğollara karşı isyan etmiş ve ilk başta başarı da elde etmişti. Bunun üzerine şeyhin etrafındaki taraftarları arttı. Bu gelişmeden Moğol komutanı Curmagun Noyan haberdar olduğunda durumu kontrol altına alması için Buhara’ya yeni bir şıhne atadı. Bunun da çözüm olmaması üzerine Buhara’ya bir ordu gönderip şeyhi ve etrafındakileri öldürttü. Bu olay tasavvufi guruplarla Moğolların ilk ciddi karşılaşmasıydı.

Moğol hâkimiyeti süresince de sufî guruplarla Moğolların irtibatı hiç kopmamıştı. Sufiler sosyal hareketlilikleri ile de sadece Moğol karşıtlığının değil aynı zamanda Moğol yandaşlığının da örgütleyicileri durumundaydılar. Sufî gurupların Moğollar karşısındaki tutumları, meşrepleri ve bulundukları yerler gibi faktörlere göre değişiklik göstermekteydi. Moğolların ilk dönemleri daha çok akın ve istilalarla geçtiği için yerli unsurların hemen hepsinin tepkisini kazanmışlar ve korku salmışlardı. Bu bağlamda Moğollar diğer sosyal unsurla olduğu gibi mutasavvıflarla da iyi ilişkiler oluşturamamışlardı. Hatta örgütlü ve toplum üzerinde etkili yapılarından ötürü tasavvufi gurupları kendi hâkimiyetlerini oluşturmanın önünde bir tehdit olarak algılamışlar ve onları takibata almışlardı. Tasavvufun önemli isimlerinden olan ve Kübreviyye tarikatı kurucusu Necmeddîn Kübrâ ve Attar, Moğollar tarafından öldürülen önemli sufîlerin başında geliyorlardı. Necmeddîn-i Dâye ise Moğol takibinden kaçıp Anadolu’ya sığınmıştı.

Moğolların ilk yayılma dönemleri Cengiz Han’dan başlayarak Hülegü’nün saltanatının ilk yıllarına kadar devam eden süre tam anlamıyla bir istila ve tahrip dönemiydi. Bu süreç İslam dünyasında telafisi olmayan hasarlar oluşturdu. Müslümanların kutsal mekânları ve bilim merkezleri yok edildi. Bu yıkım süreci Moğolların siyaseten duruma hakim olup İlhanlı Devletinin kurulmasıyla durulma evresine girmdi. Askeri ve siyasi hâkimiyeti sağlayan İlhanlı yönetimi devletin devamını sağlayacak bir düzen oluşturmakta zorlanmıştı. Bu zorluğu aşmada İlhanlılar iki temel unsurdan faydalandılar. Birincisi İran’ın eski bürokrat ailelerinin siyaset tecrübesi, diğeri de kendilerine yakın duran tasavvufî akımların halk üzerindeki tesiriydi. Moğollar daha ilk akınlarından itibaren Müslüman toplumlar üzerinde tasavvufî gurupların ne denli etkili olduğunu kavramışlardı. Tasavvufî gurupları ikna etmeden İslam dünyası üzerinde bir hâkimiyet kuramayacaklarını onları kendi saflarına çekmeden Moğol ilerleyişine karşı muhalefeti engelleyemeyeceklerini anlamışlardı. Tasavvuf, İslam dünyası içinde örgütlü ve hiyerarşik bir yapı üretmişti. Moğollar, İslam dünyasında şeyhlerin yönlendirdiği bir kültür ve toplum hayatı ile karşılaştılar. Eğer bu örgütlü yapıyı yanlarına çekebilirlerse hiyerarşik olarak bölge halkı kendi hâkimiyetlerini tanımış olacaklardı. Eğer bunu başaramazlarsa da karşılarında güçlü bir muhalefet bulacaklardı. Bu gerçeği daha Hülegü zamanında kavrayan Moğollar, tasavvufi guruplarla iyi ilişkiler kurmaya başladılar. Bu olayın siyasi sonuçları olduğu kadar kültürel sonuçları da olmuştur. İlhanlılar tasavvuf ve dolayısıyla İslam kültüründen etkilenmeye başladılar. Moğollarla mutasavvıflar arasındaki ilk olumlu ilişki 643/1245 yılında Halil b. Bedreddin el-Kürdî’nin, birçok müritle birlikte Moğol yönetimini tanıması olarak kabul edilir. Bâtıni bir derviş olan bu zat kayıtlarda kesin olarak zikredilmese de kuvvetle muhtemel bir Kalenderî şeyhiydi. Kürdî şarap içmekte esrar kullanmakta ve namaz da kılmamaktadır. Moğolların safına geçtikten sonra şeyh kendine Moğollar arasından da taraftar buldu. Moğolların Türkmenlere karşı yürüttüğü akınlarda dahi yer aldı. Münferit bir örnek olan bu zat daha sonra dervişleri ile birlikte Türkmenler tarafından katledildi. Bundan sonra Moğollarla ilişki kuran sufî zümre ise Muhammed Derbendî ve Hoca Yakup b. Mahdum Cihanyan adlı iki Rufâî şeyhidir. Bu artık köklü ilişkilerin başlangıcını oluşturmaktaydı. İlhanlı Devleti’nin kurulup Ön Asya hâkimiyetini sağladığı dönemlere rastlayan bu zatlar Hülegü’ye kendi tarikatlarına ait ayinlere ve sohbetlere katılma izni vermişlerdir. Böylelikle Rufâîlik İlhanlılar arasında etkili olma imkânı da buldu.

Erken dönem tasavvufun güçlü tarikatlarından Rufâîlik, İran ve Anadolu başta olmak üzere tasavvufun kendini gösterdiği tüm coğrafyalarda görülen etkin bir tarikattı. Hülegü ile başlayan süreçten sonra anılan tarikat İlhanlılar arasında da kendine bir zemin buldu. Öyle ki Teküder’in Müslüman olmasında da bu tarikatın etkili olduğu bilinir. Hatta Ahmed adını da tarikatın kurucusu olan Ahmed Rufâî’den esinlenerek benimsediği de biliniyor. Hülegü’nün sarayına girip çıkan ve sarayda ayinlerini gerçekleştiren Rufâi gurupları daha çocukluğundan itibaren Teküder’i etkilemişlerdi. Teküder İlhanlı tahtına geçtiğinde onun en önemli danışmanı Şeyh Abdurrahman oldu. Aynı zaman da Teküder’i Müslüman yapan bu mutasavvıf, Teküder’in hükümdarlığında en büyük yardımcısı olmuştu. Öyle ki Teküder ona “baba” diye seslenmekteydi. Tasavvufî gurupların etkisi ile İslamiyet İlhanlı sarayına adım atmış oluyordu.

İlhanlılar uyguladıkları siyaset ile tasavvufî gurupların büyük çoğunluğunu yanlarına çekmeyi başardılar. Bu guruplar üzerinden Yakın-Doğu’da siyasi hâkimiyetlerini de oluşturmayı başaran İlhanlılar. Anadolu ve Horasan gibi siyasi ve dini yapıların çok çeşitli ve karmaşık olduğu yerlerde ise sufî gurupları birbirlerine karşı kullanarak bir siyasi denge oluşturdular. XIII. yüzyılın son çeyreğine girerken pek çok şeyh açıkça Moğol yönetimini desteklediklerini ifade ettiler. İlimlerine ve dini bilgilerine itibar ettikleri şeyhlerin İlhanlı yöneticileri ile birlikte hareket ettiğini gören halkın İlhanlılara karşı bakışı da zaman içinde olumlu yönde değişti. Bu da büyük oranda isyanların önünü kesmekteydi.

İlhanlılar döneminde, tasavvufî zümreler arasında köklü iki tarikat dikkat çekmektedir. Birincisi Necmeddin-i Kübra (618/1222)’ya nisbet edilen Kübrevîyye tarikatı ikincisi ise Şihâbuddîn Ebû Hafs es-Sühreverdî (632/1234)’ye nisbet edilen Sühreverdîyye tarikatlarıdır. Bu tarikatlar Moğolların Ön Asya’ya gelmelerinden sonra da etkisini devam ettiren ve Moğolları da etkileyen tarikatlardı. Bu tarikatlardan Kübrevîyye doğuda; Sühreverdî ise batıda etkili olmuştu.

Küberevîyye, Moğolların ilk akınlarında ağır kayıplara uğramış pek çok önemli şeyhleri Moğollar tarafından öldürülmüş bir tarikattır. Bu özelliğinden dolayı Moğollara karşı bir tavır içinde bulunmuşlardı. 618/1221 yılında Moğolların Harîzim Bölgesinin önemli kentlerinden olan Gürgenç’e girdiklerinde tarikatın kurucu şeyhi olan Necmeddîn Kübra Moğol askerleri tarafından katledilmişti. Bir yoruma göre Cengiz Han, şehri istilaya başlamadan önce Necmeddîn Kübra’ya şehri terk etmesi için izin vermişti. Fakat Necmeddîn Kübra bunu kabul etmedi. Şehri istila edilirken kendi canını düşünmeyi uygun bulmamıştı. Reşîdüddîn’e ait olan bu yorumun Cengiz Han tarafından işlenen cinayete bir meşruiyet kazandırma kaygısı ile yapılabilme ihtimalini akla getirmektedir.

Başlangıçta Moğollar tarafından kayıplara uğratılan dolayısıyla da Moğol karşıtı bir tutum içinde bulunan Kübrevî şeyhleri süreç içinde İlhanlı yönetimi ile sıcak ilişkiler kurmayı başarmış bunun sonucu olarak da İlhanlı yönetimini destekleyen zümreler arasında yerini almıştı. Sa‘deddîn Hammûye Kübrevî halifeliğine kendisinden sonra oğlu Sadreddin İbrahim’i tayin etti. Bu zat İlhanlılarla iyi ilişkiler kurmuş, Tarihçi ve İlhanlı dönemi Irak yöneticisi Cüveynî’nin kızıyla evlenmek suretiyle de iktidarla ilişkisini daha da sağlamlaştırmıştır. Bu iyi ilişkiler neticesinde Sadreddin İbrahim’in, Gâzân Han’ın Müslüman olmasında önemli katkısı oldu (722/1322). Sadreddin İbrahim de diğer Kübrevîlerde olduğu gibi, Şiî olarak nitelendirilecek çalışmalar yapmıştır. Nitekim o, Ferâ’i-zü’s-Sımteyn adlı eserinde, Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’e dair hadisleri bir araya getirmiştir.
Aynı Coğrafyanın Çocukları: Türklerin Moğolların Müslümanlığa Geçişindeki Etkileri

İlhanlıların İslamiyet ile ilişkileri ve kültürel etkileşimleri en çok Türkler üzerinden oldu. Bozkır kültürünün temsilcisi olan iki millet arasında fazlasıyla ortak nokta bulunuyordu. İlhanlıların İslamlaşma sürecinde de kendilerinden önce İslam ile tanışan ve bozkır kimliğinin özellikleri ile İslam’ı yeniden yorumlayarak ön Asya’ya eklemlenen Türkler, Moğollar için iyi bir model oluşturmaktaydı. Bu koşullar altında İslam kültürüne kendini bırakan Moğollar bu süreçte daha çok Yesevî geleneğinden beslenen Türkmen dervişlerle babalarla muhatap oldular. Çünkü Türkmen babalarının sunduğu İslam algısı göçerlerin dünyasına daha çok seslemekteydi. Moğol boyları bu gerçeği fark ettiklerinde İslam ile olan bağlantılarını daha çok Türkmenler üzerinden kurmaya başladılar. XIV. yüzyıl başlarına gelindiğinde İranlılar, bürokraside ki ağırlıklarını ve fonksiyonlarını korumaya devam ettirmiş olmalarına rağmen kültürel hareketlilikte esas belirleyici unsurun Türkmen dervişler olduğu görülmektedir. Bu tercih değişimi de İran kültürünün dolayısıyla da Farsçanın gerilemesi Türkçenin güçlenmesini beraberinde getirmiştir. Bu da Moğol istilasının uzun vadeli kültürel sonuçlarından birisini oluşturmaktadır. XIII. ve XIV. Yüzyıla ait pek çok tasavvufi metinler İlhanlı yöneticileri ile Türkmen sufileri arasındaki ilişkiler hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. Fakat bu bilgiler kıyaslamalı bir okumaya muhtaçtırlar. Menkıbelerin dilinin abartılılığı ve gerçek üstülüğünün yanında Moğol tahakkümü altında psikolojik bir eziklik yaşayan Müslüman unsurlar bu alta kalmışlıklarını epigrafik metinlerin kurgusunda giderme yoluna gitmişlerdir. Örneğin Hacı Bektaş Veli’nin Velâyetnâmesinde keza Elvan Çelebi’nin Menâkıb’ul Kudsîyyesî’nde Türkmen şeylerin Hülegü ve Cengiz başta olmak üzere pek çok Moğol yöneticisini Müslüman yaptığı anlatılmaktadır. Oysaki bunların tarihi gerçekliği olmadığı çok nettir. Menkıbelerde geçen Moğol-Sufî diyaloglarının yaşanıp yaşanmadığı da net değildir. Çünkü bunların hiçbiri devrin tarihi kroniklerine yansımamıştır. Fakat bu durum İlhanlıların bölgedeki gücünü ve önemini kavramamızda önemli bir gösterge olmaktadır.

İlhanlı yöneticileri ile teması olan ilk sûfîlerin başında Aybek Baba gelmektedir. Son dönem Selçuklu kültür hayatının önemli simalarından olan Aybek Baba, Selçuklu veziri Pervane ile problemli bir kişiydi. Pervane Amasya’da ona karşı Mevlevileri desteklemekteydi. Öte yandan Aybek Baba’nın, Baba İshak’ın yolundan gittiğini söylemiş ve Selçuklu yönetimi nezdinde onu sakıncalı bir duruma düşürmüştü. Bunun üzerine de Aybek Baba, Mısır’a sığınmak zorunda kalmıştı. 1277-78 yılında Aybek Baba Anadolu’da dengelerin değişmesi üzerine tekrar Anadolu’ya gelmişti. Aybek Baba genel siyasi koşulların kaldıramayacağı bazı sözler sarf etmekteydi. Bunun üzerine ulema arasından seçilen bir hakem heyeti tarafından mahkeme edildi ve sonrasında da suçlu bulunarak “darben tedip” edildi. O yediği bu dayaktan vezir Pervane’yi de sorumlu tutmaktaydı. Bu gelişme ışığında Aybek Baba hem Mısır sultanından hem de Pervane’den intikam almayı planlamaktaydı. Hem Selçuklu hem de Memlûk yönetimlerine muhalif kesilen Aybek Baba’nın siyasi koşullar gereği gidebileceği tek bir yer kalmıştı. O da hem kendi vaziyetini kurtarmak ham de intikam almak için İlhanlı yönetimine sığınmaya karar verdi. Abâkâ Han’a iltica eden Aybek Baba, buradaki varlığının hükümdarın güvenini kazanmasına bağlı olduğunu da çok iyi biliyordu. İyi bir hitabeti olan Aybek Baba, kısa bir süre içinde Abâkâ Han’ın güvenini kazanmayı başarmıştı. Sonrasında İlhanlı ulemasının hoşnutluğunu kazanarak burada İslam’ın yayılması için propaganda yapmaya başlamıştı. Aybek Baba, burada sadece ilmi faaliyetlerde bulunmamış Selçuklu hükümeti aleyhine siyasi kuliste yapmıştı. Siyaseten İlhanlılara metbû bir hükümet olan Selçukluların veziri olan Muîddîn Pervane’nin Mısır ile olan irtibatını kendisine karşı kurduğu düzen ile görmüş olan Aybek Baba bu durumu Abâkâ Han ile paylaşarak vezirin sonunu hazırlamış oluyordu. Böylelikle kendisine atılan iftira ve kurulan düzenin intikamını almış oluyordu. Hüsâmeddîn’in Amasya Tarihi’nde geçen bu bilgilerin ne kadarının gerçek ne kadarının menkıbevî olduğu kesin değildir. Fakat Aybek Baba’nın Abâkâ ile irtibata geçmesiyle Pervane’nin halli arasında zamansal bir örtüşme de gözden kaçmamaktadır. Ancak ne var ki başta Ahmet Yaşar Ocak olmak üzere konu ile uğraşan tarihçiler bu tarz bilgilerin pek sağlıklı olamadıklarını belirmektedirler. Fakat şu da net bir gerçektir ki; İlhanlı hâkimiyeti altında Ön-Asya’da daha öncesinde ve sonrasında da olduğu gibi dini ve kültürel açıdan varlık gösteren ve devrin entelektüel seyrini belirleyen unsur tasavvuftu. Tasavvuf içinde de Orta Asya’ya ait unsurlarla oluşan heterik sufî unsurlar en belirleyici unsurlardı. İslamlaşan bozkır dünyasında eskinin Şamanî karakterlerinden çok uzak olmayan mistik liderlerin yeni dinin benimsenmesindeki rolleri herkesin malumudur. Kitabi geleneğe dayanmayan bu sufiler klasik yerleşik İslam toplumundan oldukça farklı bir kültürü temsil eden bu göçer mistikler, giyim kuşamları hal ve hareketleri ile oldukça farklı bir görüntü sergilemekteydiler. Sufi gurupların bu yoğun faaliyetleri neticesinde İslam İlhanlılar arasında kendine itibarlı bir yer bulmaya başlamıştı.
Kalıcı Bir İhtidâ Nihaî Zafer İslam’ın

Moğollar, tahrip ettikleri büyük kıyımlar yaptıkları Müslüman coğrafyada hakimiyetlerini sürdürdükleri her geçen gün İslamiyet’e biraz daha yaklaşıyorlardı. Bu süreç daha Hülegü döneminden itibaren başlamıştı. Bütün baskılarına ve yaşanan kargaşaya rağmen Moğollar İslam medeniyetinin ve inancının bir parçası olma sürecine girmişlerdi. İşte Moğollara yakınlığı ile eleştirilen Mevlânâ Celâleddîn Rumî’nin bu eleştirilere karşı “Siz onlara baktığınızda kafirleri görüyorsunuz ben ise geleceğin inananlarını…” sözü tama da bu durumu anlatmaktaydı. Ahmed Teküder ile başarısız bir Müslümanlaşma tecrübesi yaşayan Moğol devletinde artık koşullar oluşmuştu. Hülegü zamanında başlayan ve tedricen adım adım ilerleyen bu değişim süreci siyasi ve kültürel alt yapısı olgunlaştığı anda resmiyete dönüşmüştü. Moğollar karşısında İslam’ın nihai zaferi Gâzân Han dümeninde yaşanmıştır. Gâzân Han’ın 649/1294 yılında İslam’ı kabul ederek Müslüman olması İslam’ın paganizm ve bölgenin diğer tüm inançları karşısında apaçık bir zaferiydi. Müslüman olan hükümdarın ilk işi İslam’ın temellerini güçlendirmek ve onu İlhanlı Devletinin resmi inancı kılmak oldu. Gâzân’ın ve Müslüman emirlerinin iktidarı ele geçirmelerinden sonra İslam medeniyeti, taze bir nefes alıp yeniden canlandı. Bu olay Müslümanlar açısından sosyal ve dini olmak üzere iki farklı yönden önem taşıyordu. Sosyal önemi Moğol hükümdarı Gâzân Han’ın Müslümanlığı ile artık Müslümanlar Moğolların İslam’a aykırı katı kurallarına uymak yerine İslamî kurallara dayanan kendi geleneklerine göre sosyal hayatlarını düzenleyebileceklerdi. Yaşanan değişimin dini önemi ise İslam dinin kendi kadim coğrafyasında tehlikeye düşmesinden kurtarması ve ister istemez gelişme halinde olan diğer dinlerin yükselişini engellemesiydi. Gâzân’ın Müslüman olmasının büyük sonuçlarından birisi de istila sürecinde yaşanan tahribatın giderilmesi yönünde yoğun bir imar faaliyetinin başlaması oldu. Ülkenin köy ve ekin alanlarının yeniden yapılanması için mali desteklerde bulundu. Bu tür yerleri yenileyenlerin oranın sahibi olacağını resmen tanıdı. Terk edilmiş ve yıkıntı haline gelmiş birçok yer bu şekilde yenilendi. Gâzân’ın Müslüman olmasının nihai sonucu, İlhanlı hükümdarlığının Müslüman olmayan Moğollarla ve onların hâkimiyet merkezleriyle olan son ilişkisini kesmesiydi. Kadim İslam yurdunun tekrardan bağımsızlığını kazanması ve Selçuklular gibi Müslüman padişahların hâkimiyeti Dönemine geri dönüşü demekti. Bununla birlikte İslam kültürü Moğollar elinde yeni bir düzen tutmaya başlamıştı. Moğollar yakıp yıktıkları cami ve medreselerin çok daha ihtişamlılarını inşa etmeye başlamışlardı. İslamiyet Orta Asya’da daha önce ulaşamadığı coğrafyalara şimdi Moğollar eliyle ulaşmaktaydı. Böylece İslam’ın bu kadim ve kutsal beldeleri fatihlerini fethetmiş oluyordu.

Moğolların İslamiyet’i kabul etmeleri dünya tarihinin en önemli hadisleri arasında yer almaktadır. Bir beldeyi istila eden, orada hakimiyet kuran bir unsur hakimiyeti altına algı muhitin insanlarını kendi inancına korku ile baskı ile iktidarın gücü ile döndürebilir tarih bunun örnekleri ile doludur. Ancak istilaya uğrayan bir inancın kendini istila edenleri kendi dinine döndürebildiklerinin başka bir örneği yoktur. Bu tamamen İslam inancının ve kültürünün gücünün bir sonucudur. Bu da gerçek gücün silahta askerde ve de parada değil de bilgide kültürde ve inançta olduğunu net bir biçimde göstermektedir.

Dr. Kemal Ramazan Haykıran
—————————
KAYNAKLAR
Akkuş, Mustafa, İlhanlıların Anadolu’daki Dini Siyasetleri, Basılmamış Doktora Tezi, Konya, 2011.
Amitai, Preiss, Mongols and Mamluks: The Mamluk-Ilkhanid War: 1260-1281, Cambridge University, Cambridge 1996,
Ay, Rasul, “Ortaçağ Anadolusu’nda Bilginin Seyahati: Talebeler, Âlimler ve Dervişler”, Tarih ve Toplum s. 3 (2006)
Browne, Edward, A Literary Hıstory of Persia, c. VIII, Cambridge, 1956
El-Melîkü’l-Zâhir Baybars Tarihi, çev. Şerefüddin Yaltkaya, Ankara 2000,
Erdem, İlhan “Olcaytu Han’ın Ölümüne Kadar İlhanlılarda Yaşanan, Siyasal ve Kültürel Gelişmeler ve Yakın Doğu’ya Etkileri”, Tarih Araştırmaları, Dergisi, sayı 31,ss.1-36 Ankara 2001,
Gökbulut, Süleyman, Necmeddîn-i Kübrâ Hayatı Eserleri Görüşleri, İstanbul 2010.
J I.P. Petrushevsky., “The Socia- Economic Condition of Iran under The Il-Kans” The Cambirdge History of İran, V, The Saljuq and Mongol Periods, ed. A. Boyle London 1968.
Jamal, Nadia Eboo, Survining The Mongols, Nizârî Quhistânî and the Continuity of Ismaili Tradition in Persia, London 2002.
Kanat Cüneyt, “İlhanlı Hükümdarı Teküder’in Müslümanlığı Kabulü ve Bunun Memlûk Devleti’ndeki Yakınları”, Türklük Araştırmaları Dergisi, 12, (2002).
Kopraman, Kazım Yaşar, “Memlûkler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi.
Köprülü, Fuad, V.V. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara 2004.
Kuşçu, Ayşe Erdem, “İlhanlı Devleti’nin Kuruluşu ve Memlûklerle İlk Temas”, Türkler, VI.
Nüzhetü’l-kulub, Hamdullah b. Ebi Bekr b. Ahmed el-Kazvini Hamdullah Müstevfî, 750/1350 ; tsh. Guy Le Strange, Leiden , 1915
Ocak, Ahmet Yaşar, “Ortaçağlar Anadolu’sunda Toplum ve Kültür ve Entelektüel Hayat (1071-1453)”, Ortaçağlar Anadolusu’nda İslam’ın Ayak İzleri: Selçuklular Dönemi, İstanbul 2011.
Özdemir H. Ahmet, Moğol İstilası, İstanbul 2005.
Özgüdenli, Osman. G, Moğol İran’ın’da Gelenek ve Değişim: Gazan Han Ve Reformları, Kaknüs yayınları, İstanbul, 2009.
Özgüdenli, Osman. G, Orta Çağ Türk İran Araştırmaları, Kaknüs Yayınları İstanbul, 2006.
Reşîdüddîn Fazlullah-ı Hemedanî, Cami’üt-Tevarih , 718/1318, yay. haz. Behmen Kerimi, Tahran, 1362. c.I-II
Saunders, J.J., Muslims and Mongols, New Zealand 1977.
Spüler, Berthold, İran Moğolları, çev. Cemal Köprülü, TTK, Ankara, 1987.
Şahin, Hanefi, İlhanlılar Döneminde Şiîlik, İstanbul 2010.
Uyar , Mustafa, “İlhanlı Hükümdarlarının İslam’a Girmesinde Rol Alan Türk Sûfîleri: İlhan Tegüder ve Gâzân Han Devirleri”, Belleten, CLXXVI, s. 275, Nisan 2012.
Yuvalı, Abdülkadir Yuvalı, İlhanlılar Tarihi I Kuruluş Devri, Kayseri, 1994.

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir