KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. İran’ın Komşu Ülke İlişkileri, “Güney Azerbaycan” Gerçeği ve Alparslan Türkeş Korkusu

İran’ın Komşu Ülke İlişkileri, “Güney Azerbaycan” Gerçeği ve Alparslan Türkeş Korkusu

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 25 dk okuma süresi
353 0

İran’ın dış politika anlayışı denilince iki süreç vardır: Bunlar, 1979 Devrimi öncesi ve sonrasıdır. Ayetullah Humeyni öncülüğünde 1979’da gerçekleştirilen darbe ile Şah Muhammed Rıza Pehlevi devrilmiştir. İran’da daha önce var olan laik düzen yıkılmış yerine İslami rejim kurulmuştur. Türkiye ise 70’li yıllarda toplumda yaşanan ideolojik ayrışmalara ve sağ-sol kavgalarına tanık olmuş ve bunun devamı olarak 12 Eylül 1980’de Kenan Evren komutasında bir askeri darbe olmuştur. SSCB’nin Aralık 1979’da Afganistan’a müdahalesi, Saddam Hüseyin’in aynı yıllarda Irak’ta yönetimi ele alması ve Mısır ile İsrail arasındaki barış görüşmeleri ve buna mukabil İsrail’in Sina Yarımadasından çekilmeyi taahhüt etmesi gibi çok mühim gelişmeler cereyan etmiştir. Bu tarz gelişmelerin Soğuk Savaş döneminde görülen nadir hareketliliklerden olduğu muhakkaktır.

Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak devleti, Sosyalist-Arap milliyetçisidir ve Laik bir devlet düzenine sahiptir. Yanı başındaki komşusu İran’ın, mezhepçi bir sistemi özümsemiş olması Irak’ı tedirgin etmiştir. İran’daki devrimden birkaç ay sonra yönetimi ele geçiren Saddam Hüseyin, ülkesinde ciddi bir iç muhalefetle karşı karşıya kalmıştır. Saddam Hüseyin’in iç muhalefeti bastırmak için bir bahane ile halkın dikkatini bir dış meseleye çekmek istediği muhakkaktır. Saddam’ın, İran’da gerçekleşen devrimin ertesi yılı savaşı başlatmış olması İran’daki iç karışıklıktan faydalanmak istediğinin açık bir göstergesidir.1980-88 yılları arasında gerçekleşen savaşta başta Irak bayağı ilerlemiş olsa bile daha sonra İran beklenmedik bir direniş göstererek olayı kendi lehine çevirmekte muvaffak olmuştur. Humeyni, ciddi bir saygınlık kazanırken Saddam Hüseyin ise ciddi bir prestij kaybı yaşamıştır. Savaş sonucunda ise taraflar arasında herhangi bir toprak kaybı ve kazancı yaşanmamış; aksine iki Müslüman ülkenin enerjileri kendi aralarında harcanmıştır.

Irak, geçirmiş olduğu bu sancılı süreçte yoğun bir borçlanmaya gitmiştir. Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten büyük borçlar alınmıştır. Saddam Hüseyin, Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten borçları silmesini istemiştir. Gerekçe olarak bu savaşın Arap Dünyası için yapıldığını belirtmiştir. Suudiler olumlu yaklaşmış ancak Kuveyt bu duruma itiraz etmiştir. Irak, İran ile yaşadığı savaş döneminde Kuveyt’in “Rümeyla” denilen bölgede haksız petrol çıkardığı iddiasında bulunmuş ve tazminat talep etmiştir. Tazminatın ödenmesine itiraz eden Kuveyt, Irak tarafından 2 Ağustos 1990’da işgal edilmiştir. Saddam Hüseyin, Kuveyt’in Irak’ın bir parçası olduğunu ve Osmanlı Devleti zamanında da Kuveyt’in Basra’ya bağlı olduğunu söylemiştir. Saddam daha sonra Uluslararası askeri koalisyonla Kuveyt’ten çıkartılmıştır. Saddam’ın KİS ürettiği, terörü desteklediği ve bölge barışına zarar verdiği gerekçesiyle 20 Mart 2003 yılında ABD tarafından ‘ Irak Halkına Özgürlük’ iddiası ile işgal edilmiştir. Saddam Hüseyin yakalandıktan sonra 30 Aralık 2006 da idam edilmiştir. Bu durum Sünnilerin tepkisini çekmiş ve ABD’ye karşı direniş hareketleri artmaya başlamıştır. ABD’nin 2003 yılındaki Irak operasyonu ve bu operasyona İran’ın destek vermiş olması bir gerçektir. Nitekim İran eski cumhurbaşkanı yardımcısı Muhammed Ali Abtahi 15 Ocak 2004’te yaptığı bir konuşmada “Eğer İran’ın desteği olmasaydı Kabil ve Bağdat bu kadar kolay bir şekilde düşmezdi.” Açıklamasında bulunmuştur. Bu açıklamadan sonra ise anlaşılan tek şey İran’ın “şeytan” olarak gördüğü ABD ile ilişki kuracak kadar pragmatik politika izlediğidir.

İran’ın Devrimden sonra Ortadoğu’da artan etkisini, SSCB’nin dağılmasından sonra daha da perçinlemiş ve bölgede sadece oyuncu değil oyun kuran bir devlet konumuna gelmiştir. Irak, Suriye ve Lübnan üzerinde önemli bir etkisi bulunan İran’ın, Yemen içerisinde de kendisine yakın olan iç siyasal aktörleri desteklemektedir. İran’ın bölgedeki kontrolünü artırmak için kullandığı temel kart, bölgede en tehlikeli kart olan mezhep kimliğidir. İran’ın Şii yayılmacılığı ilk önce Türkiye’yi endişelendirmektedir. Bölgesinde etkin ve yetkin bir devlet olmayı kendine şiar edinen Türkiye her şeyden önce bölge istikrarını istemektedir.

İran’ın çevresindeki Afganistan, Pakistan, Azerbaycan, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve diğer devletlerin İran Dış politikasına göre Şii mezhebi haricinde başka bir mezhebin yönetiminde olması bir tehdittir. Toprak bütünlüğünü koruma endişesini taşıyan İran, başta kendisi ile sınırı olan ve İran’da Azeriler/Türkmenler, Kürtler, Araplar ve Beluclar gibi halklarla akrabalığı bulunan ülkeleri tehdit olarak görmektedir. İran’ın kendi içerisindeki etnik grupların sistematik bir şekilde göç ettirerek Farslaştırmak istemektedir. Bunun için büyük çaba harcamaktadır. Çünkü olası bir iç karışıklığa ve ayrılıkçı harekete fırsat vermek istememektedir. İran yöneticileri ve elitleri ülkenin etnik olarak heterojen yapısından ötürü toprak bütünlüğünü koruma konusunda oldukça hassas bir düşünce yapısına sahiptir. Her ne kadar İran nüfusunun çoğunluğunu Farisiler oluştursa da ülkede beş farklı etnik grup bulunmaktadır. Bu nedenden ötürü İranlı yöneticiler sürekli olarak şu korkuyu düşünce dünyalarında taşımaktadır: Bu etnik gruplardan birisi bağımsızlığını talep ederse bu domino etkisi yapabilir ve İran kısa sürede parçalanabilir. İran’ın, istikrarsız olmasını istediği veya kendi güdümünde olmasını istediği öncelikli ülkeler; Afganistan, Irak, Suriye ve Yemen.

Afganistan, İran’ın önem verdiği ülkelerden biridir.1979 Aralık Ayının sonundan itibaren SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesi ve bu dönemde İran’da gerçekleşen devrim aynı zamana denk gelmiştir. İşgalden sonraki karışıklıktan istifade eden Sünni Peştun ağırlıklı Taliban 1996’da yönetimi ele geçirmiştir. Bu durum İran’ı endişelendirmiştir sebebi ise Sünni Belucların Afganistan’daki Sünni yönetimden etkilenir veya isyana teşvik edilir korkusu vardır. 11 Eylül 2001 saldırılarında ABD’nin ulusal güvenliğine zarar veren terör örgütü El Kaide’nin üstlendiği bu saldırılar Amerika’nın bölgeye dizayn vermesi için gereken tüm şartları oluşturmuştur. 2002 yılında ABD Afganistan’ı işgal ettiği zaman Amerika’ya en büyük desteği Tahran yönetimi vermiştir. Dönemin cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani 2002 yılında Tahran’da kıldırdığı Cuma namazı hutbesinde; ”Amerikalılar eğer İran ordusu olmasaydı Taliban rejimini deviremeyeceklerini bilmelidirler… İran güçleri Taliban’ı öldürdü ve yıkılmasında kolaylık temin etti. Eğer Taliban’a karşı güçlerimiz savaşmamış olsa idi Amerikalılar Afgan bataklığında boğulur giderlerdi.” demiştir. Irak, işgal edilmeden önce Iraklıları tek çatı altında toplayan ve otoriter bir yapıya sahip olan Saddam Hüseyin, ülkesinin büyük çoğunluğu Şii olmasına rağmen kendisi Sünni’dir. Azınlık, yönetimde olduğu sürece daima baskıcı olmak zorundadır aksi halde iktidarda kalması mümkün değildir. İran’da gerçekleşen İslam Devrimi sonrasında İran’da çoğunlukta olan Şii nüfusu Saddam’ı endişelendirmiştir. Irak’ta Saddam’a karşı bir iç muhalefet olmuştur. Bu iç muhalefet dolayısıyla, Saddam Hüseyin’in de halkın dikkatini bir dış meseleye çekmek istemesi şüphesiz ihtimal dışı değildir. İran’ın Kürtleri Irak’ın ise Kuzistan Araplarını birbirlerine karşı kullanmaları 1980 İran-Irak savaşının gerçekleşmesine sebep olmuştur. Savaş sonrasında iki tarafın topraklarında herhangi bir değişim olmamıştır. Saddam Hüseyin bölgede ciddi bir prestij kaybederken, Humeyni ise iktidarını pekiştirmiştir. ABD’de gerçekleşen 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında Başkan Bush’un bölgeye dizayn vermeye çalışması ve terörün kaynağını kurutmak için hedef belirlediği sıradaki ülke Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak olmuştur. ABD’nin 2003 yılındaki Irak operasyonu ve bu operasyona İran’ın destek vermiş olması bir gerçektir. Nitekim İran eski cumhurbaşkanı yardımcısı Muhammed Ali Abtahi 15 Ocak 2004’te yaptığı bir konuşmada “Eğer İran’ın desteği olmasaydı Kabil ve Bağdat bu kadar kolay bir şekilde düşmezdi.” konuşmasından da anlaşılacağı üzere Tahran bölgede pragmatik bir durum sergilemiştir. İran, Irak için ABD’den sonra “ikinci işgal gücü ”olarak nitelenebilir. Çünkü ABD’den sonra Irak üzerinde en fazla etkiye sahip olan ülke konumunda İran vardır.
***
İran’ın gerek Afganistan üzerinde gerek Irak gerekse bölgedeki değer muhtelif ülkeler üzerindeki sinsi planları bellidir. Aslında her ne kadar tehlikeli, art niyetli ve hain emeller içerisinde olmuş olsa bile İran, kendi misyon ve vizyonuna uygun hareket etmektedir. Sıkıntı doğuran, krizlere sebebiyet veren, bölgesel çatışmaların fitili ateşleyen İran’ın politikaları olmuş olsa bile bir o kadar da bu duruma maruz kalan diğer devletlerin mukabelede bulunamamalarından kaynaklanmaktadır. İran’ın ülke sınırları içerisindeki kendisinden olmayan yani Fars harici milletler her daim tehdit unsuru olmuştur. Zaten bunun gereği olarak da Afganistan, Suriye, Irak, Yemen gibi ülkelerde zaman zaman mezhep gereği zaman zaman ise devlet menfaati gereği hep müdahil olmuştur. İran içerisinde yaklaşık 35 milyon nüfusa sahip olan Güney Azerbaycanlı Türk nüfusu Tahran’ı ziyadesiyle korkutmaya yetmektedir.

İran ve Güney Azerbaycan bölgesini tetkik edecek olursak 11. yüzyılda Selçuklular ile birlikte Türk idaresine giren İran, yaklaşık 9 yüzyıl boyunca Türk hanedanları tarafından yönetildi. Bölgeye kitlesel Türk yerleşimi ise Selçuklu hâkimiyetinden yaklaşık yarım asır önce kuzeyden Horasan bölgesine inen Türkmen aşiretleri tarafından gerçekleşmiştir. Dağlık arazisi ile Cengiz istilasının önünden kaçan Türkmen boylarının sığındığı yerlerin başında gelen İran’da 12. ve 13. yüzyılda Türk nüfusun çoğunlukta olduğu bilinmektedir. İran’da sırasıyla Selçuklular, İlhanlılar, Safeviler, Nadir Şah ve Kaçarlar 1941 yılındaki Sovyet işgaline kadar ülkeyi yönettiler. Güney Azerbaycan, 1828 yılında Kaçar Hanedanı ile Rusya Çarlığı arasındaki Türkmençay Antlaşmasıyla ikiye bölünen Büyük Azerbaycan bir parçasıdır. Rus işgaline maruz kalan Kuzey Azerbaycan ile Aras Nehri sınır olmak üzere ayrılmıştır. 1941 yılına kadar Kaçar hakimiyetinde kalan İran 1941’de Sovyet ordusu tarafından işgal edilmiştir. 1941’den 1946’ya kadar Sovyetler Birliğine bağlı Azerbaycan Milli Hükümeti tarafından yönetilen Güney Azerbaycan, 1946 yılında BM kararı ile İran’a bağlanmıştır. 1979 yılındaki İran İslam Devrimine kadar ülkeyi yöneten Fars kökenli Pehlevi Hanedanı, Güney Azerbaycan ve İran’ın çeşitli bölgelerindeki Türklere yönelik baskı kurmayı denedi. Pehlevi iktidarının Türklere karşı cephe almasının en önemli nedenleri arasında Türk nüfusun dini değerler bağlı oluşu ve Şahların reformist siyasetine gösterdikleri muhalefetti.

İran İslam Devrimi, Güney Azerbaycan ve diğer Şii Türklerden ciddi destek görmüştür. İslam Devrimi sonrasında Türkler için nispeten daha rahat bir ortam sağlanmış oldu. Yine de Türkçe eğitim ve kültürel haklar konusundaki noksanlıklar devam etti. 2005 yılına kadar İran Türkleri arasında güçlü bir milliyetçi hareket gözlenmemiştir. 2005 yılında Türkleri aşağılayan çeşitli karikatür ve gazete yayınları başta Tebriz olmak üzere Türklerin yaşadığı birçok ilde gösterilere neden oldu. İran’da Türklerin yıllarca milli bir hareket geliştirmemiş olmasının temel nedeni, İran’ın milli kimliğinin tüm etnik kökenleri kapsayan Şiilik üzerine kurulmasıdır. Ancak Mahmut Ahmedinecad yönetimi Farsçılık yönünde bir kültürel ve siyasi politika yürütmekte ve Türklerin tepkisine neden olmaktadır.
İran siyasi hayatında Türkler, özellikle de Güney Azerbaycan Türkleri önemli bir rol oynamaktadırlar. İran’ın dini lideri Hamaneyin de Azeri Türkü olduğu iddia edilir çoğu zaman fakat bu görüş doğru değildir. İran Türkleri arasında siyasi bir birlikten söz etmek bugün için güçtür. İktidar ile muhalefet arasında bölünen Türk nüfus arasında Türkçülük yaygın olsa da bağımsızlık isteği azdır.
Nüfusunun %35’i Azeri Türkleri %3’ü Türkmenler, %2’si Kaşkaylar ve %2’si Avşar, Kaçar, Halaç gibi diğer Türk boyları olmak üzere toplam %42’si Türklerden %45 ise Farslardan oluşmaktadır. Kuzeydoğuda yaşayan Türkmenler dışındaki tüm Türkler Şii’dir. Türkler, ülkenin Kuzeybatısı (Güney Azerbaycan) ile güneyi ve kuzeydoğusunda yoğunlaşmaktadır. Tebriz, İsfahan, Urumiye ve Tahran en çok Türk’ün yaşadığı şehirlerdir. Türkçe’nin dünya üzerinde en çok konuşulduğu ikinci şehir İstanbul’un ardından İran’ın başkenti Tahran’dır.

***
Türkiye ve İran arasındaki çok büyük benzerlikler vardır. Bunu da en güzel özetleyen iki ülke arasındaki Türk nüfusunun fazla olmasıdır. Ancak bu durumun İran’ı rahatsız etmesi kaçınılmaz olacaktır. Bundan ötürü İran devleti, daha kucaklayıcı bir strateji izlemeyi kendisine ilke edinmiştir. 1900’lü yıllarda alevlenmeye başlayan Güney Azerbaycan Milli Harekatı neticesini Şeyh Muhammed Hıyabani’nin 1920 senesinde kurduğu ‘’Azadistan Cumhuriyeti’’ ile vermiştir. 5 aylık kısa bir sürede olsa da ‘’Azadistan Cumhuriyeti’’ İranda kurulan ilk Milli Türk Devleti olma özelliğine sahip olmuştur. Hıyabani’nin başlattığı bağımsızlık mücadelesi 1945 de Şeyh Cafer Pişevari’nin Güney Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetini kurmasıyla devam etmiştir.Bu devlet bir sene yaşamasına rağmen kısa zamanda önemli işler başarmış ve İran’da kurulan ikinci Milli Türk Devleti olma özelliğine sahip olmuştur.
1979 yılına kadar saman alevi seklinde gelişen ve fırsat bulundukça İran yönetimi tarafından bastırılan Güney Azerbaycan Hareketi 1979 yılından sonra yeni bir imaja büründü ve 1980’de İran-Irak Savaşı’nın başlaması İran milliyetçiliğini körükledi. İran-Irak Savaşı (1980-88) boyunca Azerbaycan Türkleri çok aktif şekilde savaşa katıldılar. Savaş döneminde İran Devleti, İranlılık ve İslam söylemi çerçevesinde Azerbaycanlıların enerjisini İranlılık doğrultusunda seferber etmeyi başarmıştır.

Güney Azerbaycan Türkleri 1979 İran İslam Devrimi sırasında Şah rejimine karşı yürütülen protesto gösterilerinde büyük rol oynamış ancak devrimden sonra kültürel ve siyasi talepler karşılanmamıştı. Türklerin dini lideri olan Şeriatmedari, Humeyni tarafından tasfiye edilerek yönetimdeki Azerbaycan ağırlığı kırılmıştı. 1924’te Türkmen kökenli Kaçar hanedanı yerine gelen Fars Pehlevi hanedanı İran’da Fars milliyetçiliğini yükseltmiş ve Türkçe’yi birçok alanda yasaklamıştı. İran’da Selçuklulardan beri süre gelen Türk çizgisi unutturulmaya çalışılmıştı. İran İslam Devrimi sonrasında Şah rejiminden kalma Fars milliyetçisi eğilimlerin devam ettiği görüldü. Özellikle Türkçe’nin önüne getirilen engeller ve Azerbaycan Türklerinin Azeri adı altında Fars kökenli olduğu iddiasının ısrarı Güney Azerbaycan Türklerini İran’ın devrimci kanadından kopmasına yol açmıştı.
İran, ülke içerisindeki gittikçe büyümeye müsait olan “Türk” gerçeğini her ne kadar başa çıkmaya çalışsa da gerek Türkiye’nin gerek Azerbaycan Devleti’nin hadiseleri yakından takip etmesi İran’ı rahatsız ettiği bir gerçektir. Merhum Başbuğ Alparslan Türkeş’in hayatı boyunca yakın takipte olduğu, her zaman ve her platformda haykırdığı esir Türklerin statüsü geçmiş dönemde SSCB şimdi Rusya, İran, Irak gibi birçok ülke için tehdit olarak algılanmıştır. Başbuğ Alparslan Türkeş’in öncülük ettiği fikirler ölümünden sonra daha da güçlenmiş ve ayağı yere basan bir politika anlayışının tezahürü olmuştur. SSCB altındaki Türklerin Türkeş hayattayken bağımsızlıklarını elde etmiş olmaları Başbuğ Türkeş’in en mutlu zamanı olmuştur. Ancak İran’da süregelen esaret, esir Türklerin maruz kaldıkları baskı ve yıldırma politikaları günümüze değin devam etmektedir.
Başbuğ Alparslan Türkeş’in esir Türkler ve Türk dünyasına yakın muhabbeti hayatını kaybedene kadar devam etmiştir. O vakitten sonra bu kutsal emaneti MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli üstlenmiş ve gerektiği durumlarda Türk Milletinin sesi olmuştur. Ancak yukarıda da bahsedildiği gibi İran’da bulunan Türkler kültürel olarak çok büyük baskı altındadırlar. Başbuğ Türkeş’in vefatının ardından yıllar geçmiş olmasına rağmen hala daha Türkeş’in fikir, yaşayış ve davasından korkan İran devleti birçok alanda önlemler almaya özen göstermektedirler. Bunların en dikkat çekici ve mühim olanı İran’da ki bir üniversitede dağıtılan broşür olmuştur.
İran’ın Şiraz Üniversitesi siyaset bilimi fakültesinde İran’da Türkçülük tehdidi adı altında bir sergi açıldı. Bu sergide İran siyaset uzmanlarının Pantürksim dedikleri Türkçülük hakkında broşürleri öğrenciler ve öğretim üyeleri içinde dağıtıldı ve Türkçülük davası hakkında çeşitli fotoğraflar sergilendi.
Fotoğraflarda Alparslan Türkeş, Üç Hilal, Bozkurt simgesi ve Güney Azerbaycan siyasi kuruluşlarının fotoğrafları İran’da milli birliği zedeleyen konular olarak sunuldu.

Başbuğ Alparslan Türkeş, her ne kadar hayatta olmasa bile fikirlerinin ve davasının emin ellerde olduğunun en büyük emaresi İran’da bulunan bir üniversitenin tehdit olarak ele aldığı mefhumlara bakmamız ziyadesiyle yeterli olacaktır. Türkiye’nin, Irak, Suriye, İran ve diğer ülke içerisinde bulunan Türklere yönelik ilhak anlamında politika belirlemesi elbette sıkıntı doğuracaktır. Ancak o ülkeler ile yakın bağ asla ve asla koparılmamalıdır. Münasebetlerin üst düzeye çıkartılması elzemdir, büyük devletlerin küçük gördüğü devletlerde; adam satın alma, bursa bağlama, koruma, kollama, sempati duydurma, ideoloji ihraç etme, militan yetiştirme gibi aşamalar ile hedefteki ülkeyi adeta adım adım sömürge haline getirmektedir. Türkiye’nin şartlar tahakkuk etmediği sürece böyle bir teşebbüste bulunması zaten felakettir. Ancak üç yüz milyonluk Türk varlığı dikkate alınırsa büyük devletlerin yaptığı zahmete ve riske girmeden sadece dış Türkler ile yakın münasebet kurmak, propaganda faaliyetlerine ehemmiyet vermek, ortak alfabe projelerini daha fazla somut hale getirmek, ortak alfabe projesi sonrası test aşaması dahi olsa birkaç neşriyatın faaliyete geçmesini sağlamak, öğrenci değişim programlarına daha fazla kontenjan açmak, dil, din, kültür, sanat faaliyetlerinin icrası için çalışmalar yapmak Türkiye’nin itibarına müspet manada tesir edecektir.

Selçuk Özçelik
Giresun Üniversitesi/ Uluslararası İlişkiler

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir