KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. “Günah Keçisi” Katar

“Günah Keçisi” Katar

Kafkassam Editör Kafkassam Editör - - 8 dk okuma süresi
367 0

Sabaha Katar’a yönelik diplomatik ve siyasal kısıtlamalar ile uyandık. Doha’nın abisi olarak bilinen Suudi Arabistan ile kardeşleri Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile Mısır, Yemen ve “devlet demeye bin şahit isteyen” Libya gibi “Suudi” sermayesine bağımlı Arap ülkeleri Katar’ı dışlayan ve yalnızlaştıran eylemleriyle Doha’yı gündemin baş köşesine oturttular. Tabi ki, bu süreç özellikle Türkiye tarafından da çok yakından izleniyor. Zira hem Katar hem de Suudi Arabistan ile iyi ilişkiler içerisinde olmaya özellikle ekonomik nedenlerle önem veren Ankara, Körfez’de yaşanan bu çalkalanmayı anlayabilmek için büyük bir çaba sarf ediyor olmalı.

Suudi Dışişleri Bakanı tarafından küçümser bir söylemle “bir TV istasyonu (El Cezire) ve 300 kişiden (Kraliyet ailesi) oluşan bir yapı” olarak tanımlanan bu küçük Körfez emirliği, doğalgaz rezervleri açısından dünyanın üç numarası olarak biliniyor. Savunma ve siyasal destek anlamında Riyad’a bağımlı olduğu ifade edilen Katar, coğrafi anlamda da Arap yarımadasının doğu ucunda şimdi kendisine sırt dönen “abisi” ve “kardeşleriyle” çevrelenmiş durumda. Karşısında ise “Pers” diyarı yer alıyor. Katar’ın bir diğer önemli özelliği ise, Ortadoğu’daki en büyük ve önemli Amerikan askeri üslerinden birini topraklarında barındırıyor olması ve ABD askerlerine anlaşma gereğince tanıdığı ileri derecede özgürlük ortamıdır.

Peki, bu küçük Körfez emirliği neden hedef alındı? Aslında Katar’a ilişkin rahatsızlığın perde arkası Irak’ın işgali dönemine değin uzanıyor. Esas rahatsızlık hisseden taraf ise kardeşlerinden çok “üvey abisi” olarak görebileceğimiz ABD’dir. Doha merkezli El Cezire’nin, Irak işgali esnasında ve sonrasında Amerikan askerleri tarafından gerçekleştirilen işkenceleri ve uygunsuz eylemleri yayınlarına yansıtan bu TV istasyonu, aynı zamanda El Kaide’nin görüşlerine yakın ya da Selefizmin propagandasını yapan birçok ismi de gerek Irak işgali esnasında, gerekse de Arap ayaklanmaları sürecinde ekranlarına taşımıştır. Bu durum, Washington’da büyük bir tepkiyle karşılandığı için Katar Emiri de birçok kez uyarılmış ve El Cezire’nin yayın çizgisini değiştirmesi istenmiştir. Ne var ki, bu konuda yeterince ilerleme sağlanabilmiş değildir.

Bir diğer husus ise Katar’ın Suriye’deki iç savaş esnasında izlediği çizgiyle ilgilidir. Nitekim Doha’nın bu mücadele ekseninde IŞİD’in dışındaki Selefi gruplara destek verdiği bilinmektedir. Hatta bu desteğini halen sürdürdüğü de ifade edilmektedir. Suudi Arabistan ise IŞİD’in ortaya çıkışında önemli payı olan bir aktör olarak görülmektedir. Gelinen noktada IŞİD “vahşeti” ön plana çıkınca Riyad’ı bu örgütten soyutlayabilmek ve adının IŞİD ile anılmasını engelleyebilmek için Katar “kurban” olarak seçilmiş ve bu ülke IŞİD olmasa bile diğer Selefi gruplara/örgütlere destek verdiği gerekçesiyle gündeme getirilmiş ve Suudilerin adı temize çıkarılmaya çalışılmıştır. Sonuçta Suudi Arabistan, ABD açısından çok önemli bir aktördür ve kaybedilmesi mümkün değildir. Katar ise “küçüktür” ve rahatlıkla gözden çıkarılabilir.

Katar Emiri’nin bu durumu görerek daha “dengeli” hareket etmeye çalışması ve İran ile de işbirliği yapılabileceğine dair söylemleri (bu demecin aslında olmadığı Doha tarafından ortaya konulsa da, bunun inandırıcı olmadığı ortadadır), İran’a karşı İsrail ve Suudi Arabistan ile birlikte bir “bölgesel cephe” kurmaya çalışan ABD tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Hatta Trump’ın son Riyad ziyareti öncesinde Foreign Policy dergisinde Katar’a ilişkin eleştirel bir yazı kaleme alınmış ve ziyaret sonrasında da bu ülkeye ilişkin eleştirel bakış açısı sürdürülmüştür. İran ile işbirliği söylemi, Trump Yönetimi, Riyad ve Tel Aviv tarafından asla kabullenilemeyecek bir düstura işaret ettiği için Doha hedef olarak seçilmiştir.

Trump’ın, yaklaşık 350 milyar dolarlık bir anlaşma paketi ve İran’a karşı “safları sıklaştırarak” döndüğü Riyad ziyareti sonrası Katar’a yönelik olarak düğmeye basılmış olması İran’a yönelik “düşmanca” stratejinin de hayata geçirildiğine işaret etmektedir. Suudi sermayesine bağımlı olan Sisi’nin Mısır’ı, üç parçalı Libya ve diğerleri ise “geleneksel” ve “doğal” pozisyonlarını alarak “kolay bir lokma” olarak ifade edilebilecek Katar’a “diş göstermişlerdir”.

Katar’ın en yakın müttefiklerinden biri olarak bilinen, bu ülkeyle çok yakın ekonomik ve askeri (Türkiye Katar’a askeri üs kuracak) ilişkileri olan Türkiye ise bu bölgesel gerginliği yakından izliyor olsa gerektir. Esasen bu adım, Katar’ı hedefliyor gibi görünse de “fotoğrafa daha geniş bir açıdan bakmak” gerekir. Bu bağlamda, İran’a yönelik “geleneksel” bloklaşmanın harekete geçirilmeye çalışıldığı açıkça görülebilir. ABD’nin amacı, İran ile işbirliğine ilişkin söylem ve eylemleri derhal susturmak ve Tahran’ı köşeye sıkıştırarak Rusya’nın İran üzerinden geliştirdiği Ortadoğu etkinliğini zayıflatmak olduğu gibi, Suriye, Irak ve Yemen gibi “iç savaş” yaşanan ve İran’ın da etkin olduğu ülkelerdeki kontrolü ele alabilmektir. Türkiye, şimdi bu baskıyla mücadele etmek zorunda kalacaktır. Yani İran’a yönelik “sert” tutum sergilemesi, işbirliği olanaklarını bir yana itmesi ve İsrail-Suudi Arabistan-Mısır üçlüsüyle birlikte hareket ederek, ABD’nin çıkarlarına içkin, genel itibarıyla mezhepsel (Sünni) boyut taşıyan ve güvenliği, işbirliğinin önüne yerleştirerek Ortadoğu’yu “çatışma yoğun” bir sürekliliğe eklemleyecek çizgiyi benimsemesi istenecektir. Türkiye’nin geleneksel dış politika kodları içerisinde İran ile tarihten gelen “rekabet ilişkisi” önemli bir yer tutmaktadır. Ancak bu mücadelede taraf olmak, “edilgen”, “çatışma yoğun” ve “mezhepsel” bir anlayışa yaslanmak anlamına gelecektir. Bu duruşun Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmayacağı da ortadadır.
Göktürk Tüysüzoğlu

İlgili Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir