KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

  1. Anasayfa
  2. »
  3. Gündem
  4. »
  5. Esad’dan Esed’e Şah-Fırat’tan ‘’Vatandaşlığa;’’ Suriye’de İflas Politikamız

Esad’dan Esed’e Şah-Fırat’tan ‘’Vatandaşlığa;’’ Suriye’de İflas Politikamız

Hasan Oktay Hasan Oktay - - 11 dk okuma süresi
268 1

Esad’dan Esed’e Şah-Fırat’tan ‘’Vatandaşlığa;’’ Suriye’de İflas Politikamız
osm
2010 yılının sonlarında Tunus’ta baş gösteren, ardından bütün Orta Doğu’ya yayılan güçlü halk ayaklanmalarını dünya kamuoyu “Arap Baharı” adı ile yakından takip etti ve etmeye devam ediyor.
Arap Baharının yaşandığı hemen her ülkede; köklü reformlara imza atılmış, mevcut hükümet yöneticileri istifa etmiş ya da ülkelerini seçime götürüp kendileri aday olmayarak dolaylı yoldan iktidarlarını kaybetmişlerdir. Rejim karşıtı olduğu gerekçesiyle hüküm giymiş olan siyasi suçluların büyük çoğunluğu affedilmiş, ifade özgürlüğünün kapsamı genişletilmiş, ekonomik reformlarla halkın yöneticilere olan güveni yeniden tesis edilmeye çalışılmıştır.
Türkiye Arap Baharının başlamasının hemen ardından, söz konusu ülkelere rol model olma arzusu ile, bölgenin hamiliğine soyunmuştur. Orta Doğu coğrafyasında yaşanan hadiseler iç politika malzemesi haline getirilmiş, Mısır’ın, Cezayir’in, Libya’nın adı Kerkük’ten Musul’dan hatta Ankara’dan çok daha fazla anılır olmuş, Ankara’nın İstanbul’un güvenliğinden sorumlu olanlar, kendilerini Şam’ın, Trablus’un, Kahire’nin güvenliğine memur kılmışlardır. Sonuç olarak bugün geldiğimiz nokta, Dış politikada ki bütün öngörüleri iflas etmiş, Başkentin de kendi vatandaşının can güvenliğini sağlayamayan bir ” devlet yönetimidir.”
Rejim aleyhine duvarlara yazılan yazılar, protesto yürüyüşleri, kamu binalarının işgali ile başlayan ve nerdeyse halkın tamamında karşılık bulan muhalif hareket aradan geçen beş yılda Esad rejimine ciddi darbe vursa da, kesin bir zafer ilan edememiştir. Arap Baharı Suriye’de çıkmaza girmiş, milyonlarca Suriye’li yerlerinden yurtlarından olurken, 200 bin’in üzerinde sivil hayatını kaybetmiştir.
Türk Dışişlerinin ‘’birkaç güne düşer’’ dediği Esad rejimi, her fırsatta Türkiye’nin kendi iç işlerine müdahale ettiğini iddia etmiş ve Türkiye ile ilişkilerini tamamen bitirmiştir. Yaşanan bu süreç Türkiye’nin aleyhine işlemiştir. 3 Ekim 2012’de Suriye tarafından ateşlenen top mermisi Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesinde 5 vatandaşımızın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. İlerleyen günlerde sıkça maruz kalınacak bu duruma da ne yazık ki kesin bir çözüm üretilememiştir. 1921 Ankara antlaşması ile güvence altına alınan, sınırlarımız dışındaki tek Türk toprağımız olan Süleyman Şah türbesi terör örgütü İşid’in tehditleri neticesinde bir gecede boşaltılmıştır. Yunanistan’ın Edirne’yi işgale kalkışmasıyla eşdeğer olan bu tehdit karşısında verilmesi gereken cevap belli iken, adına Şah-Fırat denilen ‘’askeri operasyon’’ Türkiye kamuoyuna büyük bir başarı olarak sunulmuş, gerçekte ise binlerce yıllık devlet geleneği olan Türk Milletinin hükümet eliyle bir terör örgütü karşısında toprak kaybetmesi olarak tarihe not düşülmüştür.
Bir yanda Baas rejimi, diğer yanda sayıları her gün artan muhalif güçlerin ve Esad rejimine destek veren ülkelerin çatışma ortamının içinde kalan sivil halkın (kadın, çocuk, savaşacak gücü olmayan ihtiyar ve hastalar) mülteci konumunda sınır kapılarımıza dayanarak, Türkiye’den yardım-sığınma talebinde bulunmaları insani bir haldir ve Türkiye bu insani durum karşısında gerekeni misli ile yapmıştır.

Suriye’de yaşanan gelişmeler neticesinde yaşanan kitlesel iç ve dış göç, dünyanın en büyük insani krizlerinden birisini meydana getirmiştir. Bütün bu yaşananların ardından Suriye’den Türkiye’ye doğru sığınmacı akını başlamış, 29 Nisan 2011 tarihinde ilk kafile Türkiye topraklarına giriş yapmıştır. Suriye Krizi’nde dört yılda BM’nin resmi rakamlarına göre altı milyona yakın Suriyeli evlerini terk ederek ülke içinde güvenli bölgelere yerleşmiştir. Dört milyona yakın insan ise ülke dışına göç etmek durumunda kalmıştır. Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre 15 Haziran 2015 tarihi itibariyle bunlardan “1.772.535’i Türkiye”, “1.174.690’ı Lübnan”, “629.128’i Ürdün”, “249.266’sı Irak” ve “134.329’u Mısır” olmak üzere beş komşu ülkede yoğunlaşmıştır. Türkiye’ye gelen Suriyeliler ilk aşamada sadece sınır illerinde ve kamplarda ikamet etmişlerdir. İç savaşın uzaması ile kamp sayısı yetersiz kalmaya başlamış, kamplardan bağımsız olarak bir kısım Suriyeli kamplar yerine, sınır illerinde veya ilçelerinde akrabalarının yanında ya da kiraladıkları evlerde ikamet etmeyi tercih etmeye başlamışlardır. Bu durum, süreç içerisinde sayılarındaki büyük orandaki artışla birlikte ülkenin neredeyse tamamına dağılmalarına neden olmuştur. Ne var ki yukarıda ifade etmeye çalıştığım ‘’sivil halk’’ kavramı savaşacak gücü olan erkek nüfusunda ‘’sığınmacı’’ olarak sokaklarımızda boy göstermesi ile anlamını yitirmiştir. İç savaşın uzaması ise göç hareketlerini daha da artırmıştır. Göç hareketinin artması ile de, özellikle mülteci nüfusunun yerli halkın sayısına yaklaşığı bazen ise geçtiği yerleşim yerlerinde toplumsal tahammülü bitme noktasına getirmiştir.
Zaman içerisinde Suriyelilerin %85’i kamp dışındaki illerde yerel halk ile birlikte yaşamını sürdürmeye başlamıştır. ‘’Bugün yarın biter’’ denilen savaşın uzaması, Suriye’den gelen göç dalgasını beklentinin çok ötesine çıkarmıştır. Türkiye, mevcut durum itibarıyla sayıları üç milyonu geçen Suriyeliyi sınırları içerisinde barındırmakta, geniş kapsamlı bir mülteci krizi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Özellikle sınır illerinde yaşayan yaklaşık on milyonluk nüfus bir anda iki milyona yaklaşan bir nüfusu ağırlamak durumunda kalmıştır.
Öte yandan, devletin Suriye’li mültecilere yönelik uyguladığı mali destek programları, başta hastaneler olmak üzere kamu kuruluşlarındaki imtiyazlı halleri, üniversitelere sınavsız giriş hakkı, kira desteği gibi kendi vatandaşına sağlamadığı imkânları mültecilere seferber etmesi toplumsal dokuyu ziyadesiyle zedelemiştir. Bütün bu olumsuzluklar art arda sıralanıp giderken, Suriye’li mültecilerin hangi derdine deva olacağını bir türlü anlayamadığımız ‘’Vatandaşlık Hakkı’’ zihinlerde ki soru işaretlerini daha belirgin hale getirmiştir. Nerden tutsanız elinizde kalacak olan bu beyanın milletimizce kabulüne imkân yoktur. Geçtiğimiz günlerde Konya’da meydana gelen ölümlü kavgada faillerin Suriyeli mülteciler olduğu, camii avlusunda birden fazla mültecinin küçük yaştaki bir çocuğa cinsel saldırıda bulunduğu haberlerinin ulusal basınımızda yer aldığı şu zaman diliminde, ‘’mültecilere vatandaşlık’’ söyleminin toplumda ki infiali tetikleyeceği ve içinden çıkılmaz bir hale dönüştüreceği iyi hesap edilmelidir.
Üç milyonun üzerindeki Suriyeli mültecilerin Türkiye’de 250 bin çocuğu doğmuştur. Muhtemel doğumlarla birlikte, ülkemizde mültecilere ait yarım milyondan fazla çocuk olması kısa vadede karşılaşacağımız bir diğer sorundur. Farklı etnik kökenlere ait mülteci çocukları Milli Eğitim Bakanlığımızca hazırlanan müfredata göre eğitim-öğretim veren okullarda ders almak yerine, devletimizden bir imtiyaz talep ettiğinde bu durum ile nasıl baş edilecektir? Devletin almadığı önlemlerin bir sonucu olarak, sosyal hayatta mülteciler eliyle çeşitli hak kaybına uğrayan vatandaşlarımız tarafından mültecilere şahsi ya da topluca verilecek olan olası bir karşılık insan hakları ihlali olarak uluslararası arenada karşımıza çıkarılacak, devletimiz bu alanda da mağlup edilmeye çalışılacaktır. Avrupa Birliği (AB) ile yapılan Geri Kabul Anlaşması gereği ‘’bizim ihtiyacımız yok, ücreti karşılığında siz bakın’’ diyerek ülkemize gönderilecek ve ilerleyen günlerde daha şiddetli çatışmalara sahne olması beklenen bölgelerden ülkemize gelecek yeni bir mülteci akımı ile sayıları beş milyona dayanacak olan mültecilere vatandaşlık vererek bu meseleyi ‘’çözüme kavuşturmak,’’ Suriye’de bütün öngörüleri iflas eden hükümetimizin, hepimize yeni bir sürprizi yahut milletimizin aklı ile topyekûn alay etmesinden başka bir şey değildir.
Olası bir vatandaşlık hakkı durumunda, vatandaşlık verilen nüfusun büyük kısmının, yine sınır vilayetlerimize yerleştirileceği kamuoyunda yaygın bir kanaat olarak bulunmaktadır. Böyle bir gaflete düşmek, devletin Milli Güvenliğini kendi eliyle yok etme çabasından başka bir şey değildir. Suriye’de rejim değişse bile sınırımızda ki muhtemel komşularımız şimdiden bellidir. Ne yazık ki hiç biri de ülkemizin toprak bütünlüğünü olduğu gibi kabul etmeyecektir. Sürekli olarak sözde hak iddia ettikleri Hatay başta olmak üzere, 80 bin nüfusu ile 100 bin mülteciye ev sahipliği yapan Kilis’in, son günlerde mültecilerle yaşanan can sıkıcı hadiselerle gündeme gelen Şanlıurfa’nın, dolayısıyla Misak-ı Milli’nin güvenliği ciddi zafiyete uğrayacaktır. Korkumuz odur ki zaten terörist unsurlarla başı dertte olan bölgemiz, tamamıyla adına ‘’devlet’’ denilen terör yapılanmalarının tahakkümüne mahkum edilmek istenmektedir.

Osman Kepenek

İlgili Yazılar

1 Yorum

  1. hasan - -

    savaş zor bişey yaşamayan anlamaz biz yaşamadık ama, empati kurmamız için 15 temmuz gecesi üstümüzden alçak uçuş yapan f16ların sonik patlaması yetti arttı bile

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir